İslam'da Din Nedir? Mezhep Nedir?

Bismillahirrahmanirrahim

“İnneddine indallahi’l İslâm”. Âyet-i Kerimeye göre; “Allah’ın indinde Din, İslâm”dır”.(Âl-i İmran-19).

İslâm, selam, teslim anlamına gelir. İslâm’a, selâmetlik diyen Âlimler de vardır. Ancak teslim kelimesi; teslim oldum veya teslim ettim anlamları da taşır. Şöyle ki; bir şeye, bir kuvvete teslim olmak. Bu Allah’a da olur; Peygambere de olur; bir krala da olur; bir güce de olur. Yani insan, ona inandığından veya korktuğundan teslim olur.

İslâm’da teslim, inanmaktan ileri gelir. Eğer korktuğundan teslim olmuşsa, ona hakiki Müslüman denmez. Yani Mü’min olamaz.

Bir de teslim etmek anlamı var. Neyi teslim etmek? Hakkı teslim etmek; Hakkı kabullenmek. Gerçeği kabul etmek. Allah’ın varlığını ve birliğini, Hazret-i Peygamberin Nübüvvetini, Risaletini, Kur’an-ı Kerim’in, Allah’ın Kelâm-ı Kadim’i olduğunu teslim etmek. Yani kabul etmek. Asıl anlamı budur.

Burada Allah’ın varlığını, gerçeği kabul ediyoruz. Peygamberini (A.S) ve Peygamberin bildirdiklerini; Kur’an’ı ve Kur’an’ın bildirdiklerini; Cebrail’i, Vahy’i, madde ötesi metafizik gerçekleri; Cenneti, Cehennemi… Gaybî Mahlûkları; Ruh, Melek, Cin gibi..(1)

Teslim ettim. Kabul ettim… Gerçeği kabul ettim. Rabbul âlemin olan Allah’ımız buyuruyor: ”Muhakkak Din, Allah’ın indinde İslâm’dır”.Yani muhakkak Din, Allah’ın indinde gerçeği kabul etmektir. Gerçeği teslim etmektir. Geçeği teslim eden Müslimdir, hakiki Mü’mindir.

Öyleyse Din eşittir İslâm, İslam eşittir Din.

Zaten Din, Hz. Âdem’den Cenab-ı Peygambere kadar İslâm’dır. Öbür Peygamberler de İslâm’dır. Bir açıklık getirelim: Aslında Allah’ın Dini bir tanedir; O da İslâm’dır. Âdem’den Cenab-ı Peygamber (A.S) Efendimize kadar...

Zaten Allah’ın Dini bir tane olur. Kur’an ayrı, Tevrat ayrı, Zebur ayrı, İncil ayrı diye bir şey yok. Bunların hepsi Allah’ın Kelâmıdır; dördü de Nur’dur. Bütün bu Dört Kitap ve Şanlı Peygamberlerin gayesi; Allah vardır, Allah birdir, Âhiret vardır. Yani metafizik vardır.

Peygamberlerin asıl maksadı da Allah’a ve Âhirete inandırmaktır. Yoksa hiçbir Peygamber bu benim Dinim bana aittir, başkasının Dini başkasına demezler. Çünkü Din Allah’ındır. Ayrıca hiç bir Peygamber, kendine taptırmamıştır.

Asıl demek istediğimiz; Peygamberlere imandan maksat, Allah’a ve metafizik gerçeklere inanmaktır. Allah’a ve Âhirete inananlar, Mü’mindir. Ancak buna bir Peygamber kanalıyla inanmış olacak ki; O Ehl-i Kitap olsun (Kâfirlerin konumu ayrı).

(1) Mesela İblis (Şeytan). Gerçi o da cindir, cinlerdendir. Çünkü ateşten yaratılmıştır. Cenab-ı Hak, “Kâne minel cinni- Cinlerden oldu(idi)”, (Kehf - 50) buyuruyor. Bizim kanaatimiz de odur zaten.

Kur’an ehli de, Tevrat, Zebur, İncil ehli de; Ehl-i Kitap’tır. Zaten Allah Kur’an’da, diğer Ehl-i Kitaba doğrudan doğruya kâfir demez. Ehl-i Kitap der; Ehl-i Kitabın müşrikleri, zalimleri, kâfirleri der. Bir kısmının Allah ve Âhirete inandıklarını da bazı Âyetlerde bize bildiriyor, Cenab-ı Rabbımız. Bununla beraber, “Onlar hakkındaki hükmü ben vereceğim” buyuruyor; böyle Âyetler var Kur’an’da...(2)

Bu açıklamayı yaptıktan sonra Din ve Mezhep meselesine değinelim: İslam’da Din, Allah’ın Kitabı ve Peygamberin Sünnetinden ibarettir. Peygamber (A.S)’in zamanında Allah’ın Dini var idi. Bu Din Kur’anı Kerim, Peygamberin Sünnetiydi. Din ikmal edilmişti. Zaten Allah, Dinimizi ikmal ettiğini de buyuruyor:

“Dininizi ikmal ettim”. (Maide-3)

“Kitab”a gelince... Kitap, Allah’ın Vahyi’dir. Cebrail (A.S) vasıtasıyla Peygamber (A.S)‘ın kalbine inzal olmuştur. Ruhuna inzal olmuştur. Kelâm, yani Allah’ın sözü kadimdir: ‘Kelâm-ı Kadim’. Kitap, doğrudan doğruya Allah’ın sözüdür. Ve kat’i - kesin delildir. Tartışmasız! Bir Âyet-i Celile’yi tartışan Müslüman sayılmaz. Hangi Mezhepten olursa olsun. Bütün Mezhepler, Kur’an-ı Kerim’i kabul etmiştir.

Hepsinin elinde aynı Kur’an-ı Kerim, Şii’nin de elinde aynı Kur’an, Sünni’nin de, Zeydi’nin de; nereye gidilse aynı Kur’an. Ama bazı galat var. Onlar Kur’an’ı da inkâr ediyor. Zaten onlar inkârcı. Kur’an’ı inkâr eden veya tartışanlar, İslâm’dan dışarıdır. Onlara Müslüman denmez. Sünnet’in özü ise; Peygamber (A.S.)’ın hakikatte Kur’an-ı Kerimi, Allah’ın vahyini tatbik etmesi, yani uygulamasıdır. Bugünkü tabirle (Gençlerin anlaması için söylüyoruz) şöyle ifade edebiliriz: Kur’an (Kitap-Allah’ın vahyi), İslâm’ın teorisi ve Sünnet pratiğidir. Yani kuram ve uygulama; Türkçesi de bu.

Ancak bu dediğimiz Sünnet, mecburi bir Sünnettir. Bu Sünneti terk eden, Peygamber(A.S)’ın tatbikatını beğenmemiş olur ki; çok tehlikelidir. Peygamberimizin Vahyi tatbikini beğenmeyen, şefaatından mahrum olur. Mesela Allah,

“Kâbe’yi tavaf edin” (Âl-i İmran - 97)

diyor. Nasıl tavaf edilecek?.. Sağdan sola mı dönülecek; kaç kere dönülecek; neler okunacak?.. Kitabı tefsir eden Allah’ın Peygamberi (A.S.) Efendimiz, nasıl tavaf etmişse; biz de öyle tavaf edeceğiz. İşte bu mecburi Sünnettir.

Allah,

“Namaz kılın” (Bakara – 43, Nur – 56),

diyor. Namaza kalkın, buyuruyor. Nasıl Namaz kılınacak?.. Peygamber efendimiz nasıl namaz kılmışsa; biz de öyle kılacağız. Allah,

”Oruç tutunuz” (Bakara: 183, 185)

buyurur. Peygamberimiz nasıl tutmuşsa biz de öyle tutarız. Vakitleri, iftarı, imsak v.s… Her bir konuda, Allah’ın emirlerinin tatbikine Sünnet denir. Bunlar, Farz’lar gibi zorunlu Sünnettir.

(2) Zümer-3, Bakara-113, insan-24, âyetler ve diğerleri

Sünnet, Peygamber (A.S)’ın uyguladığı-yaptığı demektir. Yaptıkları ve mübarek Hadis’leri (Şerefli Sözleri). Hadisler de Sünnete dahildir. Sükût buyurduğu haller vardır ki; bu da Sünnettir. Bunlar, mecburi Sünnettir. Bunu terk eden, Resûlullah’ın şefaatinden mahrum olur. Çünkü burada Resûlullah Efendimizin pratiğini-tatbikatını beğenmemek vardır.

Kişinin başka türlü yapması; Efendimizin yanlış yaptığı, kendinin düzelttiği anlamı çıkar. Olmaz öyle şey!.. Peygamberden daha yüksek Kur’an’ı tefsir edecek, uygulayacak hiçbir zat gelmemiştir. Bunu bu fikirle yapan küfre gider; kendini Peygamberden daha ilerde görmüş olur.

Bir de ‘Nafile Sünnetler’ vardır. Peygamber (A.S)’ın Farzın dışında yaptığı Sünnetler: Mesela, Nafile Oruç tutmuş, Farzların dışında Namazlar kılmış, ibadetler yapmış, vs… Efendimizin (S.A) Sünneti çoktur. Bunlara uymak sevabı muciptir. Nafilelerle insanın sevabı artar, Allah’a yaklaşır.

Fakat bunları yapmazsa; ‘Sen Sünneti terk ettin’ denilmez. Çünkü o Namaz kılarken Peygamber (A.S) gibi kılıyor, Oruç tutarken O’nun gibi tutuyor. Abdest alırken Efendimiz gibi alıyor. Zekât verirken, Hac eda ederken; O’ na uyuyor. Daha her bir meselede ... Yani Vahyin, Farzın, tatbikatında Peygamber (A.S)’e uyuyor. Mesela, Namaz’ın 12 Farzı var. İki veya dört rekâtlık Farz Namaz’da 34 tane de Sünnet vardır. İşte bu ve benzeri Sünnetler, mecburidir, zorunludur. Bunlar terk edilmez. Terk eden Peygamberi beğenmemiş olur ve çok tehlikelidir. Küfre de götürebilir. Çünkü kendini Peygamberden öteye götürmektedir. Bilmeyerek yaparsa veya hüsn-ü niyet sahibiyse o zaman affolur.

Mesela, Türkiye’mizde bir kanaat var: Vahabiler, Sünneti yapmıyor. Öyle bir şey yok. Vahabiler, Hanbeli Mezhebine göre, amel ederler. Onlar, amelde tamamen Sünnetten ayrılmış değillerdir. Onların, Ehl-i Sünnet’ten sayılmamalarının sebebi, İtikat’ta Sünneti terk etmiş olmalarındandır. Mesela, Aleyhisselâm Efendimizin Ruhaniyetine inanmazlar. Efendimiz, ‘öldü, toprak oldu’ derler. Selavat vermede bile, ‘İşitiyor mu ki?..’ derler. Bu kadar ileri giderler, İtikatta. Kelâmı ve Tasavvufu inkâr ederler, Zahiriyedirler.(3)

Halbuki Ehl-i Sünnet; Şia, Peygamber (A.S)’ın Ruhunun “Hay” olduğuna inanır. Hayattaymış gibi Selavat verir ve Selavatı duyduğuna inanır. Aşırı Vahabiler buna inanmaz. Belki şimdiki aydın Vahabiler, artık Efendimizin Ruhaniyetine inanır. Peygamberimizin hayatta olduğu (Ruhunun diriliği) Kitap ve Sünnet ile sabittir. Evliyanın ve Ümmetin de icmaı vardır. Çünkü Allah’ın emri olan Ruh ölmez; ölen bedendir!

Kitap ve Sünnet, Allah’ın Dinidir. Bir insan, ben Allah’ın kitabına ve Cenab-ı Peygamber Efendimizin Sünnet-i Seniye’sine inandım, itikat ettim derse Mümin’dir, Müslüman’dır. İtaat ve tatbik ederse müttaki Mü’mindir. Hürmete şâyandır.

(3) İbni Teymiye’nin görüşlerini kabullenmişlerdir. Bk.Mezhepler Tarihi, Vahhabilik bahsi,S. 568,.. (M.Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, Türkçesi: Abdulkadir Şener, Hisar Yayın, İstanbul,1978)

Mezheplere gelince;

Peygamber (A.S)’ın zamanında ve Âl-i Ashabının zamanında Mezhep diye bir şey yoktu. Bunu tarih de bildirir; bütün âlimler de bilir. Şia’nın da Ehl-i Sünnet’in de âlimleri bilir. Ashab’dan sonra Tabiin zamanında aralarında Fıkıh münakaşaları olurdu ki; bunlara mezhep denilmez. Tabiin’den biraz sonra Abbasiler’den Cafer-i Mansur zamanında Mezhep fikri doğmuştur.

Bunlar bir yerden de izin almış değillerdir. Peygamber (A.S)’ dan, Ehl-i Beyt’ten, Ashab’dan izin almadan kendi ilimlerine göre; Kur’an, Hadis ve Sünnet-i Nebi’nin tesbitine dayanarak; kendilerince İctihad’a başlamışlardır. Hiçbirinin izinli olduğuna dair kanıt yoktur. Bu kesindir. Ne Şia’da, ne Sünni’de…

Rey ile İctihad vardır. Rey olmazsa Dinin dinamizmi yok olur. Rey ayrı şey, kıyasla İctihad ayrı şeydir. Bunu fıkıhçılar bilir. Sonra bu Rey, Kıyas telakki edilmiştir. Rey, Ashab’ın zamanında da vardır. Hulefa-i Raşid’in zamanında da vardır. Fıkıh ilmi bilen Ashab’ın büyükleri bazı meselelerde; Kitap ve Sünet’te bulamazlarsa; “Bu böyle olsun!” diye Rey’lerini kullanırlardı.

Bu arada en ziyade, önemli bir şey var. Hz.Ebubekir Sıddık Efendimiz, Ömer Faruk, Osman Zinnureyn Efendilerimiz de Kitap ve Sünnet’in dışında bir karar verecekleri zaman, muhakkak ve muhakkak Şah-ı Velâyet Aliyyel Mürteza’ya müracaat etmişlerdir. Yani ille O’nun Reyini sormuşlardır. Çünkü Resûlullah Efendimiz, Kitab’ın ve Sünnet’în tevilini, yani izahını, tefsirini Ehl-i Beyt’ine öğretmiştir. Zaten hadisle bu konu kesindir:

“Ene Medinetül ilmi ve Ali’yyün bâbuha - Ben ilmin memleketiyim, Ali kapısıdır”. Hatta, “Ye’tiyel bâb - (öyleyse) O kapıdan bana gel!” (Hadis böyle devam eder) buyuruyor. Bu kesindir.(4)

Mübarek Hz. Ebubekir, Emir-el Mü’minin olduğu halde; bir şeye karar vereceği zaman, Hz.Aliyyel Mürteza’nın Rey’ini sormuştur. O’nun ilminin, Rey’inin kesin doğru olduğunu kabul etmiştir. Hatta bazı Ehl-i Kitab’ın Ruhbanları mânevi, metafizik, Tasavvufi meselelerde ağır sorular sorduklarında; yine Şah-ı Velâyet Efendimize müracaat etmiştir. Hz. Ömer de böyle yapmıştır. Hz.Osman da böyle yapmıştır. Hepsi de Reyini almıştır. Genellikle de Hz. İmam’ın Reyi doğrultusunda karar vermişlerdir.

Bilhassa Hz. Ebubekir, Hz.Ömer Efendilerimiz tamamen riayet etmiş, Hz.Osman bir-iki meselede Şah-i Velâyet’in Reyini sormuş; O’nun Reyine uymamış derler ama O’nun da o zamanki siyasi meselelerde Hz. İmam’ın reyini reddettiğinden, beğenmediğinden veya O’na karşı olduğundan değil de ; ‘maslahat icabı’ yapmıştır. Yani biz Hz.Osman’a, Hz.Ali’nin reyini reddetmiştir, diyemeyiz. Bu konuda Hz.Osman’ı tenzih ederiz.

(4) İbn-i Abbas’dan; Tirmizi, Sahih C.2.S. 399. Süyûti, Camiussağir, C.1, S.108. Ayrıca Nişaburi, Münavi, Taberi, Hatib-i Bağdadi rivayet etmişlerdir.

Öyleyse, Ehl-i Beyt’e bu ilim verildi. Kitab ve Sünnet ilmi, Tasavvuf ilmi, itikad ilmi, hem de Fıkıh-Şeriat ilmi verildi. Hz. İmam’ın evlatlarında da bu mevcuttur. Âl-i Aba’da ve 12 Ehl-i Beyt İmam’ında ve Evlâd-ı Resul’larda da bu ilim Rûhen cereyan eder. Mânevi bir meseledir. Çok önemlidir. Bilhassa 12 Ehl-i Beyt İmamı mühimdir.

Fakat 12 Ehl-i Beyt İmamı Efendilerimiz, Emevi zulmünden ve Abbasi’lerden Cafer-i Mansur zamanında İmametlerini açıklayamamışlar; gizli tutmuşlardır. Çünkü İmametlerini açıklasalardı; Emeviler de öldürürdü, Cafer-i Mansur da…

Nitekim Emevilerin, İmam Hüseyn’e, Zeynal Âbidin’e, Zeynal Âbidin’in oğlu mübarek Zeyd bin Zeynel Abidin’e, Muhammed Bâkır’ın büyük kardeşine yaptıklarını herkes bilir. Onları Emeviler katletti!..

Abbasilerden İkinci Halife (Biz Halife de demiyoruz, Onlara. Çünkü Peygamberimizin hadisi var: “Hilafet, otuz senedir. Ondan sonra krallık-Meliklik başlar”.) Cafer-i Mansur da Evlâd-ı Resul’a kıymıştır. Muhammed Nefsi Zeki’yi (İmam-ı Ali, İmam-ı Hasan’ın mübarek torunu) katletmiştir. Zaten Ebu Hanife hazretlerinin, Abbasilere sonradan bozulmasının, biat etmemesinin, hatta bu uğurda ölmesinin sebebi de; Abbasilerin de aynı Emeviler gibi; Evlâd-ı Resul’a kıymasını gördüğündendir.

Çünkü Ebu Hanife, daima Evlâd-ı Ali taraftarıdır. Bu kesindir. Bütün Fıkıh kitapları yazar. Ehl-i Sünnet de, Şia da bunu bilir.

Ehl-i Beyt’in gaybubeti - kendini gizlemesi olayı vardır. Çünkü çıkar konuşurlarsa; ya Emevi hükümdarları, ya da Abbasi hükümdarları öldürecekler.

Bu arada Ehl-i Beyt’in ortada görülmemesi, muhipler (sevenler) tarafından Onların korunması, gizlenmesinden bir boşluk da doğmuştur. O zaman Tabiin’den ve Tabiin Tabiin’den, âlimler, kendilerini yetkili görmüşler ve kendi kendilerine İctihad etmişlerdir.

İctihad’da hata vardır. Bunu bütün Müctehidler, bütün Mezhepler kabul eder. İsabet de vardır. Hata da vardır.

Bir mezhep, yüzde yüz doğrudur, denilemez. Ebu Hanife‘nin de görüşü budur. Şafii de öyle der. Yani isteyen bir İctihadı kabul eder; isteyen etmez. “Ben Kitap ve Sünnet’e inanmışım”, demek şartıyla! Ondan ötesi zaten ‘Şer’i münzel’ değildir. Yani ‘Gökten inmiş Şeriat’ değildir. Gökten inmiş bir emir de değildir. Gökten inen Kitap ve Sünnet’tir.

Mezheplere, ‘Şer’i müevvel’ de derler. Yani beşerin Kitap ve Sünnet’e uygun, diye İctihadını ortaya atmasıdır. İctihat’da Müctehid, hata yapar. O nedenle hiçbir İctihad, yüzde yüz doğru değildir. Ve hiçbir Mezhep de yüzde yüz doğru olamaz.

Öyleyse Fıkıh’da “Hak“ bütün Mezheplerde gizlenmiştir. Ancak bizim görüşümüz; mevcut Ehl-i Sünnet’teki: Ebu Hanife, Şafii, Maliki, Hanbeli, Zeydiye (Çünkü kendimiz de Hanefi Mezhebindeniz) Mezheplerinde Hak daha çoktur. Görüşümüz budur. Kitap ve Sünnet’e daha uygundur. Ancak hataları vardır, olabilir. Çünkü olmazsa o zaman İctihad olmaz. O zaman Peygamber sözü olur. Onlar da Peygamber değiller. Kendileri de bunu itiraf ediyorlar.

Öbürlerinde Kitap ve Sünnet’e uygunluk yok mudur?.. Var!.. Dört Mezhep diyoruz ama; aslında Ehl-i Sünnet’in Mezhebi de 19 tanedir. Bunları Yavuz Sultan Selim, dörde indirdi. O zaman emir vererek; mezhepleri kaldırdı. Dört Mezhep, Yavuz’dan bu yanadır. Ondan evvel Ehl-i Sünnet’in Mezhebi çoktu.(5)

Şia da Kitap ve Sünnet’i delil olarak kabul eder. Onlar, yalnız ‘Kıyas’ı kabul etmezler. Ehl-i Beyt’in sözlerini Kıyas’a tercih ederler. Bizim Şia ile ihtilafımız, Ehl-i Beyt’in sözünü tercih etmelerinden değildir. Biz de Ehl-i Beyt’in sözü varken; ki zaten Ehl-i Beyt, Kur’an (Kitap) ve Sünnet’i Onun tefsirini en iyi bilen ve uygulayanlardandır.

Bizim Şia ile ihtilafımız şurada başlıyor: ‘Ehl-i Beyt’in sözleri olduğunu söylüyorsunuz; ama Ehl-i Beyt’in sözleri olduğunu ispat edemiyorsunuz’. Gerçekten de ispat edemiyorlar. Ama her sözlerini değil; ispat ettikleri sözler de var. Onları biz de kabul ederiz. Mesela, sözlerini Cafer-i Sâdık Efendimize isnad ediyorlar. Cafer-i Sâdık Efendimiz, Mezhep kurmamıştır. Bunu İran’ın büyük ulemaları da biliyor.

İnsan, istediği mezhebi tutabilir. Fakat öbür Mezhepleri inkâr etmemelidir. Hepsi de Kitap ve Sünnet’e dayanır. Hepsinin de kaynağı aslında Kur’an ve Sünnet-i Nebevi’dir.

Müslüman, mezhepçi olmamalıdır. Esnek olmalıdır.

Aslında bir Mü’min, ‘Mezhebim şu; ya da hiçbir Mezhebi kabul etmiyorum!’ demekle; O’na hiçbir şey lazım gelmez. Çünkü Kitap ve Sünnet’i kabul eden Mü’mindir. Allah’ın Dini, Kitap ve Sünnet’tir. Bunun dışındakiler, İctihad’dır. Yorumdur. Onun için Mezhepçi olmamalı. Her Mezhep’te de Hak vardır. Gazali hazretlerinin de işareti budur: “Her Mezhep’te de az çok Hak gördüm”, hepsi batıl değildir. Zaten Müctehidler, Peygamber değil ki; Hakk-ı Mutlak’ı (Kesin gerçeği )bulmuş olsunlar. (6)

(5) Tacü’t Tevarih, Hoca Sadeddin efendi, C.4, S.171, 254, 299 Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul,1979.

(6)İslâm’da Devletin “Resmi Mezhebi “ olmaz. Kitap ve Sünnet’i kabul eden her Mezheb’e hak tanır. Toplumun yararına her Mezhebin İctihadlarından yararlanır.

Aslında Kitap ve Sünnet’ten sonra, Rey vardır. Bu Rey’in de en yükseği Şah-ı Velâyet ve Evlad-ı Ali’dedir. Onların Kitap ve Sünnet’i izahını kabul ederiz. Etmemiz lâzım; Peygamberin emirleri vardır. İlmi, Resûlullah Efendimiz, Ehl-i Beyt’e vermiştir.

Kardeşlerim! İctihadlar (mezhepler), yukarda arzettiğimiz gibi; Emevi ve Abbasilerin zulmünden tamamen ortaya çıkıp; işi aydınlatmak, Ehl-i Beyt’e ait iken; bunu o zamanki hayati tehlikelerle yapamamış veya sözleri tesbit edilememiş olması nedeni ile; aslında Arap Ulemaları ile İran Ulemaları arasında ilmi tartışmalardan başka bir şey değildir. Yani bunun özü, Kitap ve Sünnet’in dışındaki İctihad, Mezhep kavgaları; Arap (Bağdad-Basra-Şam-Medine-Kahire) Uleması ile İran (Tahran-Tebriz-Şiraz) Ulemaları arasındaki ilmi tartışmalardır.

Ehl-i Beyt Efendilerimiz, bir Mezhep kurmamıştır. 12 Ehl-i Beyt İmamı, bilhassa Cafer-i Sâdık Hazretleri Mezhep kurmamıştır. Çünkü Onlar, Peygamber (A.S)’in Kitap ve Sünnetinin dışına çıkmazlar. Onların Mezhebi, Kitap ve Sünnet’tir. Aslında hepimizin Mezhebi, Allah’ın Kitabı ve Sünnet’tir. İran Uleması her ne kadar Cafer-i Sâdık Efendimize, Eimme-i İsna Aşere’ye (12 Ehl-i Beyt İmamı’na) isnat ederek; “Mezhebimizi, Cafer-i Sadık Efendimiz kurdu”, diyorlarsa da; ispatlayamıyorlar. İspatlayamadıklarını şimdi İran’ın aydın Âyetullah’ları da kabul ediyor.

İctihad olsun, Mezhep olsun ve buna benzer kavramlar olsun; aslında bunlar, âlimlerin-bilginlerin kendi aralarındaki ilmi tartışmaları, yorumlarıdır. Yani ‘yorum!’ İsteyen istediği yoruma uyar. Bunun için kavgaya döğüşe gerek yok.

Hepimiz Kitap ve Sünnet’e, Allah‘a ve Resûlullah’a inanmışız. Din kardeşiyiz. Bunun için kavgaya lüzum yoktur.

İslâm, birlik-Tevhid Dinidir. Bunu böyle anlayıp, herkes inandığı âlimin sözü üzerine amel eder. Abdestini ona göre alır. Namazını ona göre kılar. Yeter ki Farz’da ve Sünet’te birleşiyoruz; Kelime-i Tevhid’de birleşiyoruz. “Lâ ilâhe ilallah, Muhammedun Resûlullah” diyen; Kur’an, Allah’ın kitabıdır diyen herkes, Müslümandır.

Şark’dan-Garb’a sekiz yüz milyon insanın hepsi Müslüman’dır. Meğer ki; Kitap ve Sünnet’i inkâr etsin. Onlarla bizim işimiz yoktur; onlara biz karışmayız.

Yukarda anlatılan İctihad’ların asıl nedenlerinden biri de: Allah’ın Kitab’ı, Peygamber (A.S.V) Efendimizin zamanında yazıldı. Yani Peygamber (A.S) Efendimiz, Allah’ın Vahyi’ni yazdı. Hatta,

“İlmi, yazı ile zaptedin”,

Hadis-i Şerif’i de vardır (7)

Derilere, bazı büyük kemiklere, bazı düz taşlara yazıldı. Sonra Hz. Ebubekir Efendimiz zamanında cüz cüz edildi, toplandı. Hatta bu işin içinde Hz. Ali Efendimiz de var.

Kur’an, “Otuz Cüz” olduğuna dair, Hz.Ali Efendimizin iki kere tasdikinden geçmiştir. Bunu bütün Mezhepler kabul ediyor. Hıristiyanların da buna itirazı yok. Herkes bilir ki; bu Kur’an, aynen Hz.Muhammed’in yazdırdığı Kur’an’dır. Hz. Osman zamanında da ‘otuz cüz’ dikildi, Mushaf haline geldi.

Kur’an kat’idir. Kur’an’ın üzerinde tartışma olmaz!. Delil-i kat’idir. Kesindir.

Sünnet’e gelince; Peygamber’in zamanında (A.S), Sünnet de kat’idir. Sünnet, Efendimizin zamanında Kur’an gibi kat’i delildir. Çünkü bizzat Ashab’lar-Müminler görüyorlardı ve ‘Efendimiz nasıl yapıyorsa, öyle yapıyorlardı’.

Ama (A.S) Efendimizden sonra Ashab da vefat edince; Sünnet üzerinde de bazı rivayetler oldu. Çünkü ‘Peygamber’in (A.S) Sünnet’i yazılmadı’. Bize Peygamber (A.S)’ın Sünnet’i, Kur’an gibi yazılı olarak gelmedi. Ashab’ın kendi evlatlarına ve kendilerini gören Müslümanlara anlatmaları ve Onların görmeleri…Nasıl Namaz kılıyorlar; Oruç tutuyorlar?.. gibi.

Sünnet, şifaen (anlatım) naklolmuştur bize.

Çoğunlukla İctihad, Mezhep, buradan hareketle oluşmuştur. Çünkü bir âlim, ‘Ben, Ashab’tan böyle işittim; Efendimiz böyle abdest alırdı’, diyor. Öbürü ‘böyle’ diyor. Yazılı belge de yok.

Sünnet’in naklinde-intikalinde, aktarımında biraz ‘zannilik (görelik)’ girdi. Kur’an gibi yüzde yüz kesin değildir. Ama Peygamber’in (A.S.) kendi zamanında yüzde yüz kesindir. Tevâtür olan Sünnet’te, zanni’lik yoktur. (8).

Hadis-i Şerif’ler meselesine gelince:

Hadisi Şerif’ler de Peygamber’den (A.S.) yazılı olarak gelmedi. Ashab’dan rivayeten geldi. Ashab’lar dan da yüz sene sonra; Müberek Hadis’ler toplanmaya başlandı. ‘Usul-u Hadis’ İlmi kuruldu. Yalancı Hadis’ler, eksik Hadis’ler, noksan, zayıf Hadis’ler ortaya çıktı.

Hadis meselesi önemlidir. Biz buraya pek girmek istemeyiz. Yalnız şu kadarını söyleyelim: Mesela, Hz.Ömer, Hz.Ali Efendilerimiz iki Şahid’in olmadığı, yani iki Ashab’ın söylemediği Hadis’i kabul etmezlerdi. Hatta Hz.Ali Efendimiz Ebubekir’i Sıddık’ın dışında (Çünkü Ebubekir’i Sıddık yalan söylemez), hangi Ashab ( Ashab olduğu halde) Hadis söylese; Kur’an’a yemin ettirirdi. Hadis’i Şerif meselesi bu kadar önemlidir! Çünkü ”Peygamber, böyle buyurdu!..” diyor. Peygamber buyurunca; Allah’ın sözü gibi olur. Allah’ın sözü değil ama; Peygamber’in sözü, Allah’ın sözüne yakındır.

Hadis’ler Kur’an’a muhalif olamaz. Öyle Hadis’ler söylendi ki; ancak Kur’an’daki Âyet’ler kalka!.. Bazı Hadis’ler söylendi, eksik. Bazıları ilaveli, bazıları akla, ilme aykırı.

Sonra bu konuda, Hazreti Ömer Efendimizin şöyle bir sözü var: “Ben ne bileyim; Sen bu Hadis’i ezberledin mi? Tamamen aklında kaldı mı?. Sen ihtiyarsın, belki eksik-noksan söylüyorsun!.. Kabul edemem!”, derdi. Hatta bu hususta, Ebu Hureyre’ye kızmıştır. Bunu Fıkıh kitapları da yazar. “Çok Hadis rivayet ediyorsun!”, demiştir. Hz.Ömer vefat edinceye kadar; Ebu Hureyre hazretleri Hadis rivayet edememiştir.

Hadis, geniş bir konudur. Usul-u Hadis kitapları da vardır. Hadis konusunda detaylı değil de; kısaca söyleyeceğimiz şu:

Hadis, “Sahih” olacak. Kur’an’a muhalif olmayacak. Akla muhalif olmayacak. Tabiata ve Kâinatın kanunlarına muhalif olmayacak. Çünkü Peygamber (A.S.), böyle söz söylemez.

Sahih ya da kuvvetli hadis’leri şöyle kabul ederiz: Tevâtür ya da iki Ashab tarafından; bilhassa Ashab’ın mârufları, yani Fıkıh İlmi bilenleri tarafından söylenen Hadis’ler kuvvetlidir. Bunlarla ‘hüküm edilir.’ Fetva verilir (eğer İtikat’ta, eğer amel’de)”.

Bir de “Zayıf Hadisler ,” vardır. Bunlarla hüküm verilmez. Zayıf Hadis’ler Haber-i Vahid olanlardır. (9)

Zayıf Hadis’ler inkâr edilmez. Onlardan yararlanılır. Ancak onlarla hüküm verilmez. Fetva verilmez.

Fetva, Kur’an-ı Kerim, Âyet’i Celile, Tevâtür veya iki Ashab-ı Kiram efendimizin rivayet ettiği Kuvvetli Hadis’lerle verilebilir. Bu hususta takılanlar, Usul-u Hadis ilmi var; kitabı var müracaat edebilirler.

(8) Tevatür:Yalan üzere ittifakları aklen mümkün olmayan bir cemaatin rivayeti.

(9) Haber-i Vahid: meşhur Hadislerin şartlarını haiz olmayan Hadis veya haber. Tevâtür derecesine ulaşmamış olan haber veya Hadis.

Sünnet, Delil-i Kat’i’ye çok yakındır. Fakat Kur’an-ı Kerim gibi kat’i değildir. (10)

Zaten ihtilaf, İctihad, Mezhebler de; daha ziyade Sünnet’in tesbitindeki rivayetlerden ortaya çıkmıştır. Aslında samimi olanlarına hürmet ederiz. İctihad da lâzım. Bir yorum getirmek de lazım. Ancak, Şairimiz Fuzuli’nin dediği gibi;

“Cümlenin maksudu birdir, rivayet muhtelif “

Maksat Tevhid’dir: Lâ ilâhe ilallah Muhammedün Resûlullah .

Aslında Mezhep diye bir şey yoktur. Hiçbir müctehid , “Ben Mezhep kurdum” , dememiştir. “Ben böyle ictihad ettim. Bu kadar anladım. İctihad‘da hata vardır. İsteyen bizimkine uysun, isteyen uymasın”, denilmiştir. Hatta Ebu Hanife hazretleri, “Ben bu kadarını buldum; bunlardan daha kuvvetli deliller getirilirse, kendi fikrimde ısrar etmem, bırakırım”, demiştir.

Mezhepler sonradan, bilhassa Abbasilerden Cafer Mansur ve Harun Reşid zamanlarında yaygınlaşmıştır. İslam’da Mezhep yoktur; yorum, İctihad vardır. Rey vardır. Tefsir vardır.

İctihad ve Mezhepler, Ashap’tan sonra; Sünnet’in rivayetinde ihtilaf, bazı Kıyas ve İcma-ı Ümmet meseleleri de girince, yorumlar getirildi. İctihadlar yapıldı.

(10) İtimatsızlık , Sünnet’in kendisine değil, Ravileredir.

Ehl-i Sünnet’e göre herkes, ilmine güvenen Müctehid, Kitab’ı ve Sünnet’i iyi biliyor; Arapça’yı da çok iyi biliyorsa; İctihad yapabilir. Bugünkü âlimlerimiz de “İctihad kapısı kapalı değildir”, diyorlar; devam eder diyorlar. Nitekim İran’da devam ediyor. Ama Ehl-i sünnet’te nedense Yavuz’dan sonra bu dört’e bağlandı. Daha da Müctehid çıkmadı. Belki de böyle hayırlı. Belki iyi oldu; belki kötü… Bunu biz bilemeyiz. Onu erbabına bırakıyoruz.

Ehl-i Sünnet’te Mezhep, dört değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi; 19 -20 Mezhep kurulmuştur. Yorum devam eder. Kitap ve Sünnet’e uygun yorum devam eder. Ehl-i Sünnet Mezhep’i bunlardır. Bunların delil’leri vardır.

Ehl-i Sünnet diyor ki; “bizim delilimiz, Kitap ve Sünnet’tir. Kitap ve Sünnet’te olmayanı, İcma-ı Ümmet ederiz”.

Aynı Ehl-i Sünnet âlimlerinin bazıları da ‘İcma-ı Ümmet’i kabul etmez’. ‘İcma-ı Ümmet, mümkün değildir’. Diyorlar: Bütün dünyadaki Müctehid âlimler bir araya gelecek; bir meselede ittifak edecekler. Bu şimdiye kadar, dünyada görülmemiş diyorlar. Belki şimdi uçak çıktı; ulaşım kolaylaştığından, âlimler bir araya gelebilir. Zaten Ehl-i Sünnet İctihad’ı kapalı etmemiş; İctihad kapandı, diyorlar. Şimdi, Onlara istinaden şerh yapan, yorum getirenler var.

Ehl-i Sünnet’in delilleri arasında bir de “kıyas” vardır.

Bilindiği gibi Kıyas meselesi, Yunanistan’dan geldi. Felsefe’ye de, Kelâm’a da Fıkıh’a da geldi. Yani Aristo’nun Mantığı’ndan çıkan Kıyas!. “ Ya kül’den cüz’ü, ya cüz’den kül’lü; endüksiyon-dedüksiyon”. Bunlar aynı Aristo mantığı metodudur. Kıyas budur. Fıkıh’taki kıyas da budur.

Ehl-i Sünnet’in bir kısmı Kıyas’ı kabul etti. Ama Hz. Ahmed bin Hanbel, Kıyas’ ı kabul etmez: “ Kitap var, Sünnet varken; Kıyas’ı çok darda kalırsam yaparım” diyor. Zaten O İcma’yı da kabul etmiyor.

Şia, Kıyas’ı kabul etmez. Kitap ve Sünnet’i kabul eder. “ Biz, Kıyas’ı kabul etmeyiz”, derler. Çünkü, “Kıyas, akılla Şeriat kurmaktır” derler. “Şeriat, Fıkıh, Din gökten iner. Din ikmal olmuş”, derler. “Kitap ve Sünnet’te bulamadıklarımızı; Kitap ve Sünnet’i en iyi bilen Ehl-i Beyt’in sözlerini tercih ederiz”, derler ama; Şii âlimleri İctihad’a da halen devam ederler.

Bu Kıyas meselesinde, Ebu Hanife hazretleri de ısrar etmemiş; İmam Muhammed Bâkır, İmam-ı Cafer-i Sadık Hazretlerine; “Ben, Kıyas yapmadım”, demiştir. Hatta, “ Kıyas yapsaydım; böyle derdim, şöyle derdim”, demiştir. Fakat gel gör ki; Hanefiye, bunu bilmekle beraber, Kıyas’ı gene delil almakta devam ediyor. Ebu Hanife ile Cafer-i Sâdık ve Muhammed Bakır’ın münakaşaları kitaplarda vardır.(11)

Mâlik Hazretleri ise; İctihad yaparken kaynak olarak 18 -20 tane delil almıştır. Yalnız Kitab, Sünnet, İcma, Kıyas değil; “Seddi zerai, Mesail-i mürsele.. gibi”, bir çok delil’i vardır. “Medine halkı’nın yaptığı hareketleri, delil kabul etmiştir”. Bunlar, Ashab’ın oğulları der; “ Babaları, Peygamber (A.S)’dan bu şekilde görmüş”, der. Hz. Mâlik’e ne diyebiliriz?.. Kaynak, ille ki dört değildir, çoktur!

Ehl-i Sünnet’in dışındaki İctihad’lar ise; Şia… Genellikle Şia diyoruz. Şia da kendi arasında beş-altı yorum getirmiştir. Yani beş-altı Mezheb’e yer verir. Şia yalnızca Câferilik değildir; aslında İmamiye’dir. İmamiye de ikiye ayrılır: İsna Aşeriye, yani 12 İmam’cılar. Bir de İsmaili’ler.

Bir de Zeydi’lik vardır; Yemen tarafında. Bunlar da Şia’dır. Onların da kaynağı Kitap ve Sünnet’tir. Kitap ve Sünnet’i esas almıştır. Zeydiye Fıkhı, Hanefiye Fıkhına çok yakındır.

Şia, Kitap ve Sünnet’i esas aldıkları için Muvahhid’dir.

____________________________________________________________ (11) Özellikle Muhammed Ebu Zehra’nın, “Ebu Hanife” isimli kitabına müracaat edilebilir. (Ebû Hanife, M. Ebû Zehra. Türkçesi. Osman Keskioğlu, Üçdal neşriyat,İstanbul 1966).

Müslüman’dır. Mü’min’dir.Hiç bir şey diyemeyiz. Din kardeşlerimizdir.

Kitap ve Sünnet’e inanan Mü’mindir. Ondan sonraki delil’ler o kadar önemli değildir.

Şia’nın delil’i üçtür. Onlar diyor ki; “Biz, Allah’ın Kitabı Ku’ran’ı kaynak, delil kabul ederiz”. Bir de “Peygamber‘in Sünneti’ni”. Bir de “Hz.Ali’nin ve On iki Ehl-i Beyt İmamı’nın; genellikle Cafer-i Sâdık’ın sözlerini; Kıyas’a, İcma’a, öbür delillere tercih ederiz”. Genellikle de Cafer-i Sâdık Efendimizin sözlerini delil olarak kabul ediyorlar.” Delil olarak kabul ederken; O’nun, Kitap ve Sünnet yorumuna inanırız; O’nun Rey’ini kabul ederiz”, diyorlar.

Yalnız yukarda değindiğimiz gibi; 12 Ehl-i Beyt İmamı’nın sözlerini tam tespit edip-etmedikleri hususu var. Yani tespit etseler biz de Ehl-i Beyt’in sözlerine riayet deriz. Ehl-i Beyt’in Kitap ve Sünnet yorumu ve Rey’i muhakkak ki; hepsinden üstündür. Öbür Müctehidler, Onlardan daha zayıftır. Bu kesin! Biz ona itiraz etmiyoruz. Ancak, Ehl-i Beyt İmamları can tehlikesi ile gizlilerdi.

Zaten âlimler, neden yorum yaptılar ki? Ehl-i Beyt konuşmayınca; Onlar konuştu. Ehl-i Beyt de ölüm korkusu ile hem İmametlerini gizliyorlardı; hem de (belki de ) adlarını, yerlerini gizli tutuyorlardı. Onlar ölüm ile tehdit ediliyorlardı.

Fakat bu demek değildir ki ; On iki Ehl-i Beyt İmamı’nın hiç sözü yoktur; vardır!.. İspatlısı da vardır. İspatlılarını biz de tercih ederiz.

Paylaş: