Kur’an ve Sünnet’e (İlâhi Mesaja) dayanan Peygamberin, Ashablarının, Hz. Ali (k.v.), Hz. Ebubekir’in ve onlara tâbi olan büyük Tarikat Pirlerinin, Ârif Evliyanın Din yorumudur. Yukardaki akılcı-mantıkçı din yorumları ile hiçbir alakası yoktur. Tasavvuf tarihi ve Tasavvufi eserler, Pirlerin, Ârif Velilerin kitapları meydandadır. Tamamen İlâhi Mesaj kaynaklıdır. Mantıkla, felsefeyle yapılan bir izah değildir. Ruh, Allah’ın emridir. Kur’an gibi, Kur’an da Allah’ın emridir. Emir ise, Allah’ın sıfatıdır. Allah’ın sıfatına secde de Allah’adır. Onun için Âdem’in ilim sahibi ruhuna; yani Allah’ın ‘Emir, ‘Kelam’ sıfatına secde edilmiştir. “Kur’an okunduğunda onlar (inanmıyanlar), Kur’an’a secde etmezler”.(İnşikak: 21) Bakınız, Kur’an’a da Mü’minlerin secde ettiğini, bu şekilde öğreniyoruz. Emir, Kelam (Kuran), Nebi, Veli, Resul ki hepsi Allah’a Âlim, Âriftir. Hepsine yapılan muhabbet, sevgi, saygı, önlerinde eğilme, biat ve itaat, onlara secdedir. Kur’an ve Kudsi Ruh, Allah’ın Emri, Kelimesi’dir. Secde; tapma anlamına da değildir. Müttakilere saygı anlamınadır. “Biz bunları (putları) mabud edindik ki -ibadet ediyoruz ki- Allah’a yakın olalım”. (Zümer: 3) Âyetinde görüldüğü gibi müşrikler, putları Mâbud ediniyorlar, onları ilâh biliyorlar (yani küçük ilâhlar). İslâm’da hiçbir Müslüman (derviş, mürid), Peygamberleri ve Velileri mâbud (ilâh) bilmez!.. Müslümanlar, Nebileri ve Velileri; Allah’ın sevgili dostları, mukarrebun-Allah’a kavuşmuş, mukaddes Ruh-u İlâhi’yi taşıyan bilirler. Ve cesetlerini beşeri bilirler. Cesetlerinden değil, Âlim ve Ârif olan Kudsi ruhlarından şefaat (dua, himmet) beklerler. Hiçbir zaman Nebilere ve Velilere tapmazlar. Nebi ve Veli zaten Allah’a yakın olandır, mukarrebundur. Tekrarlayalım, “mindunihi” ibaresi (Kur’an’da birçok yerde geçmektedir), müşriklerin taptıkları putları, heykelleri kasteder. Bütün İslâm uleması da bunu bilir. Ayrıca bu uyduruk ilâhların Allah’la ilişkileri yoktur. Ama Allah’a mukarreb (yakın) olan Nebilerin, Velilerin AlIah’la ilişkisi vardır. Şunları da eklemeden geçemeyeceğiz: İman, kötü amele karşıdır. İman’dan, kötülük zuhur etmez. Hep iyi amel zuhuruna sebep olur. Amel-i salih, imanın belirtisidir. Şafağın, güneşin belirtisi olduğu gibi. Küfür, imansızlık ise, iyi amele karşıdır. Küfür (inkar) hep kötü amel zuhuruna sebep olur. Kötü kokuların, necasetin belirtisi olduğu gibi. Iyi kokuların da gülün ve çiçeklerin belirtisi olduğu gibi. öyleyse kaf ir (inkarcı), zahiren iyi bir amel işlese bile yaptığı riya (gösteriş)dir. “Allah’ın, onların sadakalarına ihtiyacı yoktur. Onlar -riyaennastır- insanlara gösterişçidir’. (Bakara: 264) (Nisa: 38) riya ise en büyük kötü emel, hatta şirktir. Mü’minden (imanlı olandan) bir kötü amel zuhur etse; bu, içine fücur üfürülmüş nefsinin hevasındandır. ** “Nefse, fücuru da takvayı da ilham ettim”.** (Şems: 8) Cismani tarafının galebesindendir. Yani Mü’min, elinde olmayan bir saika ile, kötü ameli işlemiştir. 0 kötü ameli ona, imanı işletmemiştir. Zaten Âyet-i Kerimede bu husus açıkça belirtilmiştir. ‘Elinde olmayan bir saikanın dışında Mü’min, Allah’ın emrine karşı gelmez.” Öyleyse iyi amelin Kâfire faydası yoktur sözü, yanlış bir değerlendirmedir.Çünkü kâfirden, amel-i Salih zuhur etmez. Onun salih görülen ameli zaten riyadır. Riya ise bizzat kötü ameldir, şirktir. ‘Kötü amel de imana zarar vermez’ sözü doğru değildir. İman, kötü amele sebep olmaz. Ama mü’min elinde olmayan bir saika (güçle) nefis ve cismani yanının galebesi (baskın gelmesi) ile kötü iş işler. “Ceza, fiilin failine tatbik edilir’ kuralı gereği Mü’min cezalandırılır. Ayrıca büyük günahlarda, yani kebâirde ısrar (süreklilik) o kişinin iman taşımadığının alâmetidir. Zira imanı olan, kebâirde ısrar edemez. Mü’minde kebâir arasıra ve çok seyrek olur. Bu duruma düşen Mü’min, hemen nâdim pişman olur. Allah’a yalvarır... Ve kebâiri terkedip, iyi işlere başlar.
iyilikIe telafi eder. Tasvvufçu EhI-i Sünnet’in görüşü budur. Hasan el Basri, Muhammed Gazali ve Tasvvufçuların görüşü budur. Doğru olan da budur. Mürcie mezhebi’nin görüşü olan, Kötü amel imana, Mü’mine zarar vermez; iyi amel de Kâfire-küfre yarar vermez” görüşleri bir saptırmadır. Zalimleri, temize çıkarma ustalığıdır. Kötü kralları, şahları, padişahları, hükümdarları, sultanları; kısaca âsileri koruma ve onları daha da azıtmaktır. Ayrıca halkın, o zâlim yöneticilere itaatini sağlamak ve direnme güçlerini, dirençlerini kırmak, zulme rızalarını sağlamaktır. Halbuki İslâm’da, “zulme rıza zulümdür” kuralı vardır. işte Mürcie mezhebine göre, zâlim hükümdarların hesabı, Allah’a rücu edilir (gönderilir). Yine Mürcie’ye göre zâlim hükümdarların, diktatörlerin hesabını Şeriat göremez. Ancak onlar öldükten sonra hesaplarını bizzat Allah’a verirler. Mürcie’nin bu sapık görüşü hem İslâm hukuku’nun, hem de bütün dünya hukuklarının “Adâlette eşitlik” ilkesine aykırıdır. Adâlette ve Şeriatte ayrıcalık hiç kimseye tanınmamıştır. ** İslâm’da, Mü’minler hürdür. Cebren (zorla) lidere biat yoktur.**
Mü’minlerin kendi özgür iradeleriyle emire-lidere biat etme veya etmeme, biatlarını geri alma hakları vardır. İslâm hukuku, zâlim lidere direnme hakkını tanımıştır. Ayrıca zulme (zâlime) rızayı, zulüm saymıştır. Çünkü İslâm sistemi, özünde Cumhuri sistemdir. İslâm toplumcu ve hürriyetçidir. Teşri yönetimi (istişare) ve emaneti ehline vermeyi, emirin âdil olmasını önermekte ve emretmektedir. Batı demokrasisi her nekadar İslâmi değilse de tarihi düşünce süreci içinde İslâm'ın özünden esinlenmiş olması bakımından (eşitlik, sosyal adâlet, sosyal dayanışma gibi) sanığa savunma hakkı tanıması, sosyal devlet ve bireyin fikir özgürlüğünü kabul etmesi, istişareye dayanan teşri organ ve bağımsız mahkemeler vb. Ki bunların hepsi İslâm’ın daha 1400 yıl önce belirttiği ve önerdiği ilkelerdir. Bu durumda, bu ilkeleri içerisinde barındıran ya da barındırması gereken sosyal demokrasi, İslâma en yakın sistemdir. Cumhuriyeti ve Sosyal demokrasiyi özgürlükleri korumanın tek yolu ise hala halkımız üzerinde etkili olan, İslâm'ın özüne tamamen ters düşen, bin bir türlü değişime uğratılmış Osmanlı din yorumunu düzeltmek ve İslâm'ın özüne tam uygun olan Tasavvufçu Ehl-i Sünnet itikadını oluşturmakla mümkündür.
Yeniden Hakka, Kur’an’a, Sünnete İslâm’ın özüne uygun bir Ehl-i Sünnet itikadı oluşturmaktır. Bu yapılmazsa her zaman demokratik Cumhuriyet tehlikededir. Çünkü Osmanlı Ehl-i Sünnet itikadı, Sultani sistem üzerine oluşturulmuştur. Katıksız bir Demokratik Cumhuriyetçi ve Müslüman olan bu fakirin görüşü budur. Bu görüşümü, İslâm'ı özümleyen tüm Demokratik Cumhuriyetçi kardeşlerime öneriyorum. Ve gelin hep birlikte Cumhuriyetimizi koruyalım diyorum. Biraz da Cumhuriyete nasıl gelindiğini irdeleyelim: Makam-ı Hilafet’in ilgasına dair kanun aynen şöyledir: ** **“Esasen Hilafetin mana ve mefhumu Cumhuriyet ve Hükümet kelimesinde mündemic (saklı) bulunduğundan, makam-ı hilafet mülgadır”. (431 Sayılı kanun) Bu kanuna göre, zulme dayanan, saltanatla birleştirilmiş sahte hilafet (onu temsil eden bir kişinin şahsında birleştirilmiş bir makam), Makam-ı Hilafet lağvedilmiş oluyor. Ve gerçek hilafetin mâna ve mefhumunun Cumhuriyetkelimesinde mündemic (saklı) olduğu kesin olarak vurgulanıyor. Doğru olan da budur. Gerçek Nebevl Hilafetin, saltanatla birleşemeyeceği; Hz.Ali, Hz. Ebubekir gibi ve onlara benzeyen Seyyid Abdülkadir Geylani, Seyyid Ahmed er Rufai, Seyyid Ahmed el Bedevl, Seyyid İbrahim Dusuki,Ömer b. Abdülaziz, Cüneyd-i Bağdadi, Ahmed Yesevi, Muhammed Bahaeddin, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlâna Celaleddin Rumi, Yunus Emre gibi zatların (onlara selam olsun) ve kadrosunun da bugünkü İslâm aleminde ve hele Türkiye’mizde bulunmadığına göre bu durumda gerçek Müslümanların sıkı sıkıya sarılacakları rejim, hürriyete dayalı çoğulcu demokrasi’yi; bireyin fikir, vicdan ve din özgürlüğünü kabul etmiş olan, dini öğretim ve ibadeti tamamen serbest kılan bugünkü Cumhuriyetimizdir. Cumhuriyet rejimidir. Allah, Cumhurlyetimizi muhafaza eylesin. İslâmi öğretiyi ve ibadeti; zikir, namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetleri serbest bıraktığından, Hıristiyan olan Habeş (bugünkü Etyopya) kralına ve onun kanunlarına bile itaat edilmesini Peygamberimiz Efendimiz emretmiştir. Bu bir tarihi gerçektir. Bütün Müslüman kardeşlerimin nazarı dikkatine arzeder, gayet ayık olmalarını, muhalle uğraşan ütopik mollalara uymamalarını, öneririm. En azından doçent ve profesör olmayanların din alimi olamayacaklarını, bunların dışındakilerin ancak birer teknisyen, pratisyen din görevlileri olduklarını bilmelerini isterim. (103) Kendini bilen, İslâm'ın özünü bilen hiçbir profesyonel (doçent, profesör) din bilgininin radikal dinciliği önermediğini ve önermeyeceğini ayrıca vurgularım. Ayrıca İslâm Şeriatının muamelat kısmı, zaten kişinin şahsı ile ilgilidir. 0 nedenle onu önlemenin yolu yoktur ve önlenemez de. Yani İslâm’ın muamele hukuku kişinin kendi seçeneğindedir. Kanunlar, bu muamele hukukunu kişinin kendi yaşamında uygulamasını önlememiştir. Müslümanlar, kendi yaşamlarında şeriatın muamele hukukunu kendilerince ya da kendilerine göre uygularlar. Örneğin, bir kadınla evlenme kanunla düzenlenmiş ise de bir resmi nikahlı kadın razı olduğu müddetçe kocası ondan başka bir kadın alabiliyor. Bu tür bir uygulama, resmi nikahlı karısının dava açmasına bırakılıyor. Uygulama böyle görülmektedir. İslâm'ın bireysel muamelet kısmı, kanunla men edilmemiştir. Müslümanın insiyatifine bırakılmıştır. İslâm, İlâhi bir sistemdir. İlâhi sistem Peygamberlerin ve Velilerin, yani peygamberin tam varisinin liderliğinde uygulanabilir. Hz. Ali, Hz. Ömer gibi tarihe baktığımız zaman Ashabın büyükleıinden müttaki olanlarından sonra, İslâmın, Resulullah ve kendilerinden ilk otuz sene sonra uygulanmadığını açıkça görmekteyiz. Öyleyse İlâhi sistemi; “İlâhiler” yani Allah’ın huyu ile huylanmış (Sıfatlarıyla sıfatlanmış) (104) Müttaki, Âdil ve Ahlâk-ı Hamidiye sahibi olmayanlar, İslâmi sistemi uygulayamazlar (Müttakiler; Veliler, İlâhilerdir.) Böyle İlâhiler ve bunlara yakın mütteki bir Müslüman topluluğu da şu anda ortada görünmüyor. 0 nedenle diyoruz ki, zahiri ilim sahipleri çıkıp da bu İslâmi sistemi uygulayacaklarını iddia etmesinler. Zahiri bilginler, İlâhi muttakiler değildir. Çünkü müttaki olmayanlar, İslâm’ın başına geçemez. Geçse de İslâm’ı uygulayamaz, saptırır. Öyleyse Allah’ın Vâdi gelinceye kadar, (105) kimse bu işlere girişmesin. İslâm’ı ve Müslümanları rahatsız etmesinler. Yani hiçbir zaman Emevi, Abbasi ve Osmaniler Peygamberimizin Şeriatını uygulayamamış, uygulayamazlar. Çünkü EhI-i Beyt’in, Mukarrebun Ashab’ın “takva”sına sahip değillerdir. Takva toplumu değillerdir. Bu profesyonel bile olmayan amatör din bilginleri, hatta profesyonel olabilenlerinde bile Ehl-i Beyt’in ve Peygambere mukarreb-yakın olan Ashabın ve Allah’ın Veli kullarının ne ilmi, ne takvası, ne adâleti ve ne de güzel ahlâkı vardır. Peygamberi, sadece zahiri ilimleriyle temsil edenler, Peygamberlerin Vârisi, Halifesi olamazlar. Ayrıca toplumun da ekserisinin takva ehli olması lazımdır. Peygamber (A.S.V.) Efendimiz, gerçekten bir mübelliğdir. Yani “tebliğ edici”. Ancak külli bir Alim, Resul, Nebi, Veli ve Varis. Allah’ın Kelamınave nuruna mazharen mukaddes ruhu taşıyan, kalbine melek ve ruh, Ruh’ül Kudüs, Ruh’ul Emin inzal olan, onlarla konuşan Allah tarafından seçilmiş ve Allah’ın diğer Peygamberler gibi Halifesidir. Allah’la tekellüm eden, konuşan bir mübelliğdir. Hakkı tebliği tüm insanlara ve geneldir. Mübeşşir (müjdeleyici) ve Nezirdir (uyarıcı), ve Âlemlere Rahmettir. Saydığımız özellikleri olan Alim ve Mübelliğdir. Kur’an, O’na hem inmiş, hem öğretilmiştir. Allah’ı ve Kur’an’ı en çok bilen bir mübelliğdir. Öyle sıradan bir mübelliğ değildir. Yukarda sıraladığımız sıfatlar ya da özelliklerini ve “Allah tarafından donatıldığını” Kur’an-ı Kerim’den bazı Âyetlerle inceleyelim: -- ... İyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti.. Allah, ona sekinesini indirdi ve onu, sizin görmediğiniz askerlerle destekledi (Tevbe: 40) --“De ki: (0), sizin için bir hayır kulağıdır. Allah’a inanır, Mü’minlere inanır. Sizden inananlar için de bir rahmettir (Tevbe: 61). — Peygamberin çağırmasını, aranızda herhangi birinin diğerini çağırması gibi tutmayın...” (Nur- 63) --“Peygamber Mü’minlere canlarından ileridir. O’nun eşleri de onların anneleridir (Ahzab: 6) --Allah, siz Ehl-i Beyt’ten kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor”. (Ahzab: 33) --“Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur’. (Ahzab: 36) --“Biz seni, şahid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik”. (Fetih: 8) --“Ki Allah’a ve Resûlüne inanasınız. O’nu destekleyesiniz. O’na saygı gösteresiniz. Ve sabah-akşam O’nu tesbih ed(ip şanını yücelt)esiniz”. (Fetih:9) —“Sana biat edenler, Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli de onIarın elinin üstündedir”. (Fetih: 10) —“0, Resûlünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki, onu bütün dinlere üstün kılsın. Şahid olarak Allah yeter’. (Fetih: 28) —“Muhammed, Allah’ın elçisidir. O’nun yanında bulunanlar; kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler’. (Fetih: 29) —“Ey inananlar, seslerinizi, Peygamberin sesinin üstüne çıkarmayın, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa farkında olmadan amelleriniz boşa gider”. (Hucurat: 2) —“(Ey Muhammed) Biz, seni ancak Âlemlere rahmet olarak gönderdik”. (Enbiya: 107) --“Ve Sen, büyük bir ahlâk üzerindesin”. (Kalem: 4) --“(Ya Muhammed) Sana okutacağız ve Sen unutmayacaksın”. (A’la: 6) —“(Ya Muhammed) Sen öğüt ver, çünkü Sen ancak öğüt verensin”. (Ğaşiye: 21) --“Onların üzerinde zorba değilsin”. (Ğaşiye: 22) --“Andolsun (Muhammed) onu apaçık ufukta görmüştür”. (Tekvir 23) —“İnmekte (batmakta) olan yıldıza andolsun ki: Sahibiniz (Muhammed) sapmadı, azmadı. 0, havadan konuşmaz; Peygamber (Muhammed) -Olgun İnsan- ne söylerse Vahiy’dir. Onu, müthiş kuvvetleri olan öğretti. Üstün akla sahip. Doğruldu O en yüksek ufukta idi; Derken yaklaştı, sonra sarktı. Onunla, arasındaki mesafe iki yay kadar, yahut daha az kaldı. Kuluna vahyettiğini, vahyetti. O’nun gözü kaymadı, kalbi şaşmadı. Şimdi siz, Onun bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele mi ediyorsunuz (tartışıyor musunuz?) Andolsun, Onu bir kez daha inerken görmüştü Sidretü’l müntehâda. Ki Cennet ül Me’va onun yanındadır. Sidreyi kaplayan kaplamıştı. Gözü ağmadı, aşmadı da. Andolsun, Rabbinin Âyetlerinin en büyüğünü gördü”. (Necm: 1-18) ** Mü’minlere yönelik yanı ve sıtatları ise şunlardır**;
0, Mü’minlerin sahibidir. Duacısıdır. Yani şefaatçisidir. Muallimidir (öğreticisidir). Külli ilme sahiptir. ”Âdem’e bütün isimlerimi öğrettim”. (Bakara: 31) Bu Âyete göre Peygamber yani İnsan-ı Kâmiller, bütün esmayı (isimleri) bilmektedir. Ki bütün isimleri ancak Allah bilir. Yani İnsan-ı Kâmil, külli ilme mazhardır. Melekler, bu konuda ilimlerinin kısıtlı olduğunu Sure-i Bakara’da itiraf ve beyan etmişlerdir. Âdem’e secdeyi kabullenmişlerdir. (Bakara: 30-34) Demek ki Âdem, Allah’ın Zatına ve Sıfatına, bu arada bütün ilmine aynadır. Bununla beraber yine de Allah’ın ilmi sonsuzdur. Peygamber, yani İnsan-ı Kâmil’ler, mazhar-ı Küll’dür. Ayrıca Peygamberimiz Efendimiz, mü’minlere Muallimdir. Mü’minleri tezkiye edici, yani onların nefis kirini gidericidir. Allah’ı, Kitabı ve Nübüvveti kemali ile bilen, hem de mü’minlere öğreten bir Külli Âlim’dir (Hocayı âIemdir). “Kendi içinizden, size Âyetlerimi okuyan, ‘sizi temizleyen’, size Kitap ve hikmeti ve bilmedikleıinizi öğreten bir elçi (Resul) gönderdik”. (Bakara: 151) Ayrıca Mü’minlere Rauf ve Rahim’dir. Onlara ilham eder ve acır. Rauf, ilham edici anlamınadır. Mü’minlere düşkün Rauf ve Rahim’dir. “Rauf’ ve “Rahim”, Allah’ın sıfatıdır. Ve bu sıfatlarını, Peygamberimize de vermiştir: ”Andolsun içinizden size öyle (şerefli) bir Resul geldi ki; sizin sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Haristir (üstünüze-size çok düşkündür) 0. Mü’minlere Rauf ve Rahim’dir”. (Tevbe: 128) Peygamberlerin ilmi, Allah’ın ilminin yanında kısıtlıdır. Ama diğer tüm yaratıkların ilimleri karşısında ise kısıtlı değillerdir. Diğer insanların, meleklerin ve cinlerin hepsinden bilgindirler. ** “Sen, onlarla dünya işlerinde meşveret et”.** (Âl-i İmran: 159) (Şûra=38) Âyeti, Peygamberimizin ilminin kısıtlı olduğunu ifade etmez.
“İnsanların çoğu dünya hayatının zahirini (zahiri bilgileri) bilirler. Ancak Âhirete (madde ötesi Mânevi bilgilere) gafildirler (habersiz ve cahildirler)”. (Rum: 6-7) Âyetinden anlaşılacağı üzere insanların da zahiri bilgileri olduğunu ve Peygamberin dünya işlerinde onlarla meşveret edebileceği, yani onlardan yararlanabileceğini gösterir. Çünkü Peygamber hem onların bildiğini bilir, hem de onlarla meşveret eder. Onlara bir kişilik tanımak, onlarla kaynaşmak anlamınadır.
Çünkü Peygamber, ilmini Allah’tan alır. Allah, O’na icabedeni bildirir. “Ve ye’tüneke bimeselin illa ci’nake bi’l hak ve ahsene tefsira - Sana ne mesele getirseler, biz sana hakkı ve en güzel tefsirini getiririz (Ne mesele getirseler, ne sorsalar, biz onun cevabını sana göndeririz)” (Furkan: 33) Daha Kur’an’da, Kudsi Hadislerde ve Hadis-i Şeriflerde diğer insanlarda bulunmayan birçok yüce sıfatlarla mücehhezdir. 0 Peygamber(A.S.V.) Efendimiz Sahibimiz, Muallimimiz, Veli Mürşidimiz ve Şefaatçimizdir. Bizi tezkiye Pâkedendir. ** 0 nedenle Peygamberimiz ve Peygamberler (Onlara selam olsun) tabii ki **ceset yönleri ile beşerdirler. Bedenleri vardır. Doğarlar, yerler, içerler, evlenirler, yaşarlar, ölürler. Ancak Allah’ın emri olan Ruh ölmez. Ölen cesettir. Zaten, “Peygamberler ve Veliler beşer değildir; onlar ilahtır diyen” hiçbir Müslüman yoktur ki; ikide bir ”Peygamberimiz de insandır” deyip, onun yukarıda saydığımız yüce, mukaddes ve Pâk ruhu yönünden İlâhi olan sıfatlarını inkar ederek, haşa diğer insanlar gibi bilelim!.. O da bizim mislimizdir. Beşerdir-İnsandır. Ama yukarıdaki Ulvi ve mukaddes ruh yönünden İlâhi Sıfatlarla donatılmış bir insandır!.. Peygamberimiz (A.S.V.) efendimiz, Allah’ın Kudsi Ruhunu taşıyan ve bu yönleriyle “İlâhi” olan insandır. İnsan-ı Kâmil-Âdem (a.s.) ilâh değil ama, Allah’ın emri olan Kudsi ruhları ile “İlâhi vasıflar taşıyan” insandır. Peygamberimiz ve Peygamberler, Allah’a ermiş Veliler mukaddes ve muazzezdirler. Yani kutsal ve azizdirler. Mukarrebundurlar... (Allaha yakınlardır). “Kulirruhi min emri Rabbi - Deki; Ruh, Rabbımın emrindendir (yani Allah’ın Kelam Sıfatı’dır)”. (İsra: 85) Ruh, mahluk değildir. Allah’ın emir sıfatıdır. Allah’ın sıfatı, Allah’ın bizzat zatı değilse de, zatından ayrı bir şey de değildir. Bu nedenle Allah’ın emri, kelimi ve sıfatı olan Ruh, İlâhi’dir. Güneş ve renkleri gibi. Güneşin rengi güneş değildir ama güneşten ayrı ikinci bir varlık da değildir. Onun için ruha, İlâhi demek, “Ruh, O’nun sıfatıdır” anlamınadır. 0 nedenle şirk değildir. Ruh, Allah’ın bir
parçası veya bir cüz’ü değildir ki şirk olsun. Sıfat, ikinci bir varlık değildir. Sıfat, Var’ın-Allah’ın niteliğidir. Ruh, Allah’ın emridir. Kur’an-ı Kerim gibi. Kur’an da Allah’ın emri’dir. Onun için Allah: “Kâfirler, Kur’an’a secde etmezler”. (İnşikak: 21) buyurmakta ve Kur’an’a secdeyi, Mü’minlere vacip kılmaktadır. Halbuki Kur’an, Allah değildir. Allah’ın parçası ve cüz’ü de değildir. Allah’ın emridir. Ruh da Allah’ın emridir. Ve ruh, Allah’ın külli ismine mazhardır. Yukarıdaki Âyete göre Peygamberimizin Allah’tan başkaları için, ilminin sınırlı olması mümkün değildir. Çünkü “ne sorsalar, onların cevabını sana bildiririm” anlamınadır. 0 nedenle Allah’ın külli ismini bilen, yani külli âlim olan ve Allah’ın emir sıfatı olan Âdem (a.s.)’daki Allah’ın kudsi ruhuna melekler secde etmiştir. Cesedine değil (Âdeme bütün isimleri öğrettim). (Bakara: 32) Âdem Peygamberin cesedi secde anında; kıble, Kâbe mesabesindedir. Zira secde, Allah’ın zâtına ve sıfatına mahsustur. Cesede, mahluka secde şirktir. Melekler, Âdem’in cesedine secde etmiş olsalardı, müşrik olurlardı. Zaten Sure-i Bakara’da, Âdem (a.s.)’ın kendilerinden bilgili olduğunu ve Âdem’in kudsi ruhu ile onlardan yüce olduğunu Rabbimiz apaçık bildirmektedir. Melekler, Âdeme secde ile müşrik olmamışlardır. 0 zaman talebe insan, âlim insana secde - hürmet etmekle niçin müşrik olsun. Secde tapma mâbut edinmek anlamına değildir. Secde büyükleme, büyüklüğünü kabul etme, tâzim anlamınadır. Saygı anlamındadır. Namazda secde, tek başına tapma değildir. Namaz, bütün rükünleri ile ibadet olmaktadır. Ve niyet; ibadet kastıyladır. Yoksa yalnız secde ibadet değildir. Secde tapmanın dışında, tevbe, tâzim ve şükür için de ayn ayrı yapılır. Secde-i şükür de vardır. Teşekkür etme anlamına; niyete göredir. Âlime secde vaciptir. Çünkü geçekte secde âlimin şahsında “ilme” yapılmaktadır. İnsan-ı Kâmil’e (Âdem’e) secde de, Kâmil’in (Âdem’in) şahsında külli ilme mazhar ve ilim öğrenmeye müsait olan Allah’ın pak emri – Âlim Ruhullah’a, Kudsi Ruh’adır. Ruh, Allah’ın emri, kelimesidir. Allah’ın emri-kelimesi, ikinci bir varlık, nesne değil; Allah’ın sıfatı, Allah’ın niteliğidir. Sıfatın vücudu yoktur. Sıfat-ı ilâhiye secde, zât-i ilâhiyedir. Sıfat zâtın niteliğidir. Allah’ın sıfatına secde etmeyen, sevgi göstermeyen, Allah’ın zâtına saygısızlık etmlş olur. Artık böyle bir kimsenin Allah’ın zâtını savunması, zâtçılık etmesi, tevhidcilik etmesi demogojidir, sapıklıktır. Bu durumda İblis mel’ununun durumuna düşmüştür. “Vealleme’ Âdemel esmae külleha – Âdem’e külli esmayı, yani herşeyi öğrettim”. (Bakara: 31) Külli esmayı ancak Allah bilir, ve Allah, bu külli ilmi; emri ve kelimi olan mukaddes ruhu taşıyan Âdem’e yani lnsan’a lütfetmiş, öğretmiştir. İnsan, Allah’ın külli ilmine mazhardır. İnsan-ı Kâmil, ilâh değildir. Ancak ilâhi vasıflar taşır. Secde, Allah’ın zâtından sonra, Allah’ın emri ve kelimesi olan Kuran ve İnsan-ı Kâmil’e, Âdem’e, Âlim insana caizdir, vaciptir. Küçük büyüğe, cahil Âlime saygı ve hürmet göstermek mecburiyetindedir. **Büyüğün, ilimin önünde saygı ve sevgi ile eğilmek farzdır ve 0 insanı küçültnıez. Bilakis secde edenleri yüceltir. Çünkü secde İlme, irfana, Allah’ın mukaddes ruhuna, sıfatınadır. ** Âdem’e (Âlim, Kâmil insana) secde tâzimdir, büyüklemedir, saygıdır.Tapma, ibadet etme anlamına değildir. Allah’tan başka mabud yoktur. (Ameller niyete göredir.) (Hadis-i Şerif) Ayrıca Peygamberler, gaybı bilir. Rüyalar da gayb âlemindendir. (106) İnsan-ı Kâmil, ehl-i keşiftir. Allah’ın bildirdiği kadar gaybı bilir.
“(Ya Muhammed) İşte bu, sana vahyettiğimiz gayp haberlerindendir”. (Yusuf: 102) Demek ki Allah, gaybı bildiriyor. Âyet devam ediyor: “Onlar, mekir yaptıklarında, sen yanlarında değildin. Sen ne kadar haris olsan da ekserisi iman etmezler”. (Yusuf: 103) Zaten Peygamberimiz, Cebrail’in kendisine göründüğünü söylüyor. Cebrail, gayb âleminden değil midir?.. Cebrail, genellikle iç âlemde kendilerine görünürdü. “Nezele bihi ruhil emin ala kalbike... - Ruh’ül Emin kalbine inzal olur – oluyor” (Şuara: 193) Yoksa Peygamberler de, inanmayanlar da, onlar da bizim gibi insan. “Haza illa beşerün mislüküm - Bu da sizin gibi bir insan değil mi?” (Enbiya: 3) “Ma entüm illa beşerün mislüna - Siz de bizim gibi insandan başka birşey değilsiniz”. (Yâ Sin: 15) Evet, insanlar ama nasıl insanlar?.. Allah’la ve Meleklerle konuşan insanlar. Peygamberimiz ve Peygamberlerin beşeri tarafından söz ederken, çok dikkatli konuşup, onların ilahi mukaddes ruh ve yüce sıfatlannı belirterek ve diğer bütün insanlardan tefrik ederek, (ayırarak) yücelterek konuşmak gerekir. Çünkü Allah, kâfirlerin niçin Peygamberleri inkar ettiklerini beyan ederken bir sebebinin de Peygamber için “haza misluna - aynen bizim gibi insan” demelerinden kâfir olduklarını açıklmaktadır. (107) Böyle ‘Onlar da bizim gibi insafl’ diyenlerin yani; peygamberleri de normal insan bilip, onların olağanüstü insan olduklarını inkar edenlerin, bu nedenle kâfir oldukları Kur’an ile sabittir.
107) “Zaten insanıarın iman etmeıerine engel olan şey; hep: ‘Allah, bir insanı mı uyancı oıarak gönderdi?..’ demeleridir”. (İsra: 94) “...onlar: Bir insan mı bize hidayetedecek dediler, böylece kâfir oldular...° (Teğabun: 6)
İslamın içerisinde gelişen Medreselerde ve Tekkelerde zaman- zaman yozlaşmalar görülmüştür. Ama Tasavvuf’ta esas, başkalarının iyiliğini ve çıkarını kendinden önce düşünmektir. Çünkü bu yolun kurucusu Yüce Muhammed’in ve devamı olan büyük evliyaların özellikleri buydu. İslâm Tasavvufunda irfaniyette lider, çok güçlü otorite Seyyid Ahmed er Rufai efendimizin (Allah, sevenlerini O’na bağışlasın) yozlaşmış tarikatçı ya da tasavvufçular hakkında söylediklerini aktarıyorum. Bu konuda söz onundur. Biz bu sahte şeyhler hakkında konuşmak istemiyoruz. Yalnız şu gerçeği de gözardı etmemek lazım; Tekkelerde ve Medreselerde kötü hocaların ve şeyhlerin; pirlerin, devişlerin olumsuzlarının bulunması bu okulların tatilini gerektirmez. Her mektep, medrese ve tekkede kötü öğretmpnler de, talebelerde bulunabilir. Bunlar var diye bu müesseseler, bu okullar ortadan kaldırılamaz. Kötüler cezalandırılır. Muhammed Said-i Nursi efendinin de (108) bu konudaki görüşü budur. Şimdi söz Âriflerin Seyyidi, Hocayı âlem Seyyid Ahmed er Rufai hazretlerinde: “Dikkatle bilinmelidir ki: Tasavvuf yolunda hakikata eren kimselerin özleri temizdir. Gittikleri yol paktır. Hoştur. Onların bütün gayeleri Rablarıdır. Huyları, Resulüllah S.A.V efendimizin sünnetine uygundur. Zaten, bunların dışında koşanlar, şaşkındır. Ne var ki o şaşkınlar, bu hallerinin farkında değillerdir. Oğlum, bugün tasavvuf yolunda olan kimselerin çoğunu, zındık olarak bulursun. Onlar, tasavvufu, dillerinde, kalemlerinde bir sermaye yapmak sevdasına kapılmış kimselerdir. Onlar, bütün bağları kırmış, güya hürriiyetçi geçinen kimselerdir. Bütün usülleri bozarak kendiliklerinden icat çıkarırlar. Onların çoğunu, işin hakiki yönünden anlamayan, bilgisiz olarak bulursunuz. Anlayışları kıttır. Çok hilekar, kandırıcı kimselerdir. Onlar, kendilerini beğenirler. Düşünceleri karanlıktır. Iyi kimseler hakkın- da kötü düşünceler beslerler. Takva sahiplerini, zühd yolunda gidenleri, sadakat sahibi olanları, ruh? bir safıyete erenleri benimsemezler. Tam tasavvuf derecesine ermiş kimselerin vasfı yapılamaz, fehim Onların mâna yollarını çıkaramaz. Onların yalnız işaretleri vardır. Başta: Nefsin elinden ve onun kirli işlerinden kurtulmak, onlar için, en büyük emeldir. Sözlerinde ve işlerinde: Nefse, dünyaya pay çıkarmazlar. Onların bütün duyguları Hak ayrılığı tozundan tamamen temizdir. Onlar, nefisle oludar ama nefsin cümle çirkin huylarından uzaktırlar. Halk içinde gezerler. Ama halkın kötülükleri onlara dokunmaz.
KaIb sahibidirler; ama kalbleri Hak katındadır, Onların kalbinden ancak iyilik zuhura gelir. Çeşitli haller vardır; ama onlar o hallerden beridir.., olup biten işlerden habersiz yaşarlar. Vakit; onlar için bir kıymet ifade etmez. Onları, hiç bir şey, Allah’ın emrinden ayıramaz. Onlar, Allah’ın emri ile tam bir istikamet üzere giderler. Allah’ın azameti karşısında mütevazi olarak yürürler. Her şeyi bir yana atar, ancak Hak’la yetinirler. Kalbleri ayrılık ve O’nun rahmetinden uzak kalma korkusu ile çarpar. Sanırsın ki: Gönülleri, Allah’tan uzaldık ve onun nimetlerinden uzak kalma kamçısı ile dövülüyor.. Allah yolunun haldid yolcusu, nefsi Allah yolunda hizmet ettiği için nur alır. Kalbi, sevgi ve aşkla aydınlıktır. Gönlü ise.. marifet nuru ile açılır. ** O büyük insanların işaretlerini şu şekilde de anlatabiliriz: Onların özleri, şevk ve iştiyakla uçar. Dışları, Hak yolunda ve Hakla uçar. Dışları Hak yolunda ve Hak’la olur. Bu yolda sabırla beklemesini bilen o büyükler, gayet yumuşak gönüllüdürler. Her halleri ile suftanlarına yönelmişlerdir. Bu yönelmelerinde, Hakkın zâtından başkasına iltifat etmezler. Âlemlerin Rabbı ile ünsiyet - hali, onları iyice sardığındandır ki: Halktan kaçarlar. Hakka döner ve Hakka itimat ederler. Hakla karar kılarlar. Bu hallerinde, dönüp halka bakamazlar. bile.. Kalbleri hiç kimseye ısınmaz. Sözleri, sanki semadan geliyormuş gibidir. Bilgileri, Hak tarafından verilmiştir. **Gayeleri yücedir. Ruhlar Âlemlnden gıdalarını alırlar. Kader yolu, onlar için aydınlıktır. Her varlıkta Tekliği sezerler. Bütün arzuları, Mâbudun gölgesi altından çıkar. Onlar, gizli, aşikâre: Mâbuda şükrederler. Tâ ki: Küfür bataklığına dalmayalar. Her an ve her zaman: Dille ve kalble Allah’ı anarlar. Tâ ki: unutma izbesine girmeyeler. İrfan sahibi bilir ki: Mevlâsı, her halinde onu görüyor ve biliyor.
O yine bilir ki: Hakkın azamet kılıcı altında, ne bakışı işe yarar ne de, başka bir hali.. Büyük insan, Hakkın kudreti karşısında kendisini yok görür. Büyük insanın zamanı yüce Allah’ın nimet denizine dalmakla tükenir. Bu arada, onun sevgi tadından başka bütün sevgiler erir. O büyük insanlar, kulluğa devam ederler. Kulluk ederler; ama, yaptıklan gözlerinde büyümez. İbadet ederken, Hakla meşgul olur ondan başkasını kalblerinden atarlar. O büyükler, iman sahiplerini gördükleri zaman: Mütevazi olurlar. (109) Bakıldığı zaman: Daimi bir hüzün içinde oldukları görülür. Ölünceye kadar, bu halleri devam eder. Sonra: Allah’ın rahmetine ve rızasına ererler. (110)
103) Aynca Bkz. “Günahsızlar” ve “Muhammed-İsa-Âdem” isimli kitaplarımızda ilgili bölümıer. 104) Yüce Allah, Peygamberimızin diliyle bir Kudsi Hadis’inde buyurur ki: ‘Allah’ın huyu iıe huylanınız (Sıfatlarıyla sıfatlanınız’. Sırrül Esrar, Seyyid Abdülkadir Geylani, S. 99,Çev.A.Akçiçek Rahmet Yayın., İstanbul, 1964). 105) Ketebellah’u le eğlibenne ene ve Rüsûlih”- Allah, Kitaba-Levhümahfuza Allah ve Resullerinın galib olacağını” yazdı. (Mücadele: 21) 106 ‘Bir zaman sana: “Rabbin insanları kuşatmıştır, demiştik. (Bu söz Bedir olayı’nın müjdesi idi.) Sana gösterdiğimiz Rü’yayı ve Kur’an’da Ianetlenmiş ağacı, insanları (ın imanını) sınama aracı yaptık’. (Isra: 60) ‘Yusuf ey çok doğru söyleyen (insan), bize şu rü’yayı çöz...” (Yusuf: 46) “Böylece biz Yusuf u o ülkede yerleştirdik Orada diledıği yerde konaklardı. Biz, dilediğimiz kimseye rahmetimlzi uıaştırırız. Güzel davrananıarın ecrini zayi etmeyiz.”(Yusuf 56) 108) Said-i Nursi efendinin (k.s.) Adı (Muhammed Said)’tir.
109) Âyet-i Kerime (Fetih: 30) 110) Bkz. Onların Âlemi (25. Hadis) , Seyyid Ahmed er Rufai, Çev. A.Akçiçek, Büşra Yayın. 1994-İstanbul
KAZİM YARDIMCI