Gerçek şu ki; Türkiye’deki Alevilerin aslı Caferiliktir. Türkmen ve Yörük kökenlidirler. Türkmen ve Yörükler, kısmen Hanefi ve kısmen Caferidirler. Şu andaki Kerkük Türkmenleri gibi. Onlarda yarı yarıya Hanefi ve Caferidirler.
Bu neden böyle? Çünkü Türkler, Abbasilikten gelen Hanefilikle, İran’dan gelen Caferiler’deki dini görüşün etkisinde kalmışlardır. İran Caferileri ile karşılaşan Türkler-Türkmenler ve diğer Türk kökenli boylar, İranlı Caferiler’den Abbasi Hanefilerle karşılaşan Türkler de, Hanefilerden dini öğrenmişlerdir. Bu bir tarihi gerçektir. Azeri Caferiler ve diğer Türki Devletlerdeki Caferilerin durumu da budur. Yani Türklerin tamamı Hanefi değildir.
Bu girişi yaptıktan sonra şimdi Caferilik(Şiilik) ve Hanefilik-Şafilik(sünnilik) nedir-ne değildir onu, sonra da bu günkü Türkiye’deki Alevilik nedir? Ve Türkiye’deki Alevi kardeşlerimiz hangi evrelerden geçmiştir? Onu, objektif ve nesnel olarak belgeleri ile açıklayacağım. Çünkü gerçek bilinmedikçe, bugünkü Türkiye’deki Alevi sorunu bilinemez, bilinmedikçe de gerçek çözüm yolu bulunamaz. Allah, Peygamber ve Şahı Velayet Adına inşallah bu konulara açıklık getireceğim.
Kardeşlerim gerçek şudur ki; Dört mezhep(Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli) Fıkhi mezhepler ve itikadi olan Eş’ari ve Maturudi mezhepleri Abbasi devrinde kurulmuştur ve resmileşmiştir. Caferi ve Zeydi, İsmaili mezhepleri de Abbasi Devleti zamanında oluşturulmuştur. Ancak, resmileşememişlerdir. Çünkü Abbasi Sultanları, bu üç mezhebi meşru saymamış, hatta takibat altına almışlardır. Ancak bu üç Şii mezhep durmamış ve kendini korumuştur.
Caferilik, sonra İran Devleti kurulup Abbasilerden ayrılınca; İran’da resmileşmiş ve Türk Hükümdarları Harzemşahlar tarafından da Hindistan, Afganistan ve Türk bölgelerinde kurumlaşmış ve resmileşmiştir.
İsmaili Mezhebi de, Hindistan ve Pakistan dolaylarında resmileşmemiş ise de açık gizli kurumlaşmış olarak varlığını devam ettirmiştir.
Zeydi Mezhebi ise, Yemen de kurumlaşmış ve derken resmileşmiştir (İşte Yemendeki sürekli Osmanlıya direnmeler-isterseniz isyanları deyiniz hep Şii oluşlarındandır)
Onlar ne Emevilerin ve Abbasilerin, ne de Osmanlıların Hilafetini kabul etmemişlerdir.(Tıpkı İran ve Arap-Türk Türkmen Şiileri gibi.) etmezler, edemezler. Nedeni?
Nedeni şudur: Şii mezheplerine göre, ilk üç halife; Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman peygamberin halifesi değillerdir. Bu durumda nerede kaldı; Emevi’lerin, Abbasi’lerin, Sultan Selim’den gelen Osmanlıların Halifelikleri!.
Abbasiler çağında kurulan Hasan-el Eş’ariye göre ki - Ehli sünnet itikadı olarak Hanefi ve Şafi ulemalarının çoğu tarafından kabul edilmiştir- İlk dört Halifenin dördünün de Hilafeti Haktır. Hazreti Zübeyir, Talha ve Ayşe, Hazreti Ali’ye karşı hata yapmışlardır. Ancak hatalarından dönmüşlerdir. Muaviye ve Amribni As ise Taği- Tuğyan ehlidirler.(Taği kötü, zalim Hakka asi ve fesatçı demektir.) Hatta Hasan El-Eş’ari şöyle buyurmaktadır:
“Öyle bir Hak İmam’a (Hazreti Ali’ye) tuğyan etmişlerdir ki, Hak Ondan (Hz.Ali’den) ayrılmaz. “ “ Hak Ali iledir” (Tirmizi, Tac Terc.C.3.s.627 Suyuti, Ebu Said’den, Camiulkebir)
Ayrıca “Peygamber Efendimiz(s.a.v) Ammar’ı (Ammar Bin Yasir ilk 6. Müslüman ve aynı zamanda ilk kadın şehit Hz.Sümeyye’nin oğludur.) baği (asi, tuğyan ehli, kötü zalimler) taifesi muhakkak katledecektir.” Buyurmuşlardır. (Hadisi Şerif) Ammar Bin Yasir’i , Hazreti Ali’yi tuttuğu için Muaviye Amribni As gil yani Emeviler katletmiştir. Ve Peygamberimizin sözü ispatlanmıştır. Zalim ve fesatçıların bu suretle kim olduğu apaçık meydana çıkmıştır
İşte kardeşlerim, böyle tertemiz bir Hazreti İmam’a, Peygamberin Hak halifesine ve Kur’anda geçen Tahir, mutahhar, tertemiz Ehli Beytine tuğyan etmiş bu iki- zalim taği, Eş’ari’nin taği olarak nitelendirdiği Muaviye ve Amribni As denilen iki fesatçıdır. Bunları ben söylesem inanmazlar. İşte Ehli Sünnetin itikat imamı olarak kabul ettikleri İmam Eş’ari söylüyor.
(Şehristani; Elmilel Sayfa 3, Taftazani-Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri isimli kitap Sayfa 87. Yazarı Dr. Ebul Vefa El-Taftazani Tercüme Doç.Dr. Şerafettin Gölcük Kayhan Yayınevi Umumi Neşr.No:9 Birinci Baskı Ocak 1980 )
Sultan Selim’den sonraki medrese uleması yani Şeyhül İslamlara göre ise, ilk dört halife haktır. Onlar reşit halifelerdir. Yani Kamil-olgun hilafetlerdir. Muaviye- Yezit-Mervan da dahil, Emevi melikleri de Peygamberin halifesidirler. Abbasi sultanları da Peygamberin halifesidir, Selim ve sonraki Osmanlı Sultanları da Peygamberin Halifesidirler. Ancak bunlar, Reşit-Kamil halife değillerdir. Eksikleri noksanları vardır. Amma halifedirler. Halbuki “Hilafet benden sonra 30 yıldır sonra adud (ısırıcı) melik(kral) gelir. Hadisi Şerif; vardır.(Said b. Cümhandan; Ebu DAvud, Tırmizi, Nesei Tac.Terc.c 3s 79,Bekir Sadak ist.1973 Ayrıca Sahihi Buhari ve Tecridi Sarih Terc. Diy.İşl.Bşk.Y)
Abbasilere göre ise, Emeviler ve Melikleri değil Halife dinsiz, imansız zalim ve münafıklardır. Zaten Emevi devletini yıkıp onları dinsiz, imansızlar diye kılıçtan geçirmişlerdir. Emevi devletini yıkan Hazreti Abasın torunlarından, ilk Abbasi sultanı Ebul Abbas Hazretleridir. Ama Ebul-Abbastan sonra yerine geçen Ebu Cafer Mansur ve diğer Abbasi Sultanları da İmam Muhammed Bakır, Caferi Sadık, Musa-i Kazım, Ali Rıza ve evlatlarını incitmişlerdir. Hazreti Ali(k.v), evlatları-amcaları oğlu olduğu halde gayeleri “iktidarda kalmaktır.”
Caferiler ile, İsmaililer’e göre ise, “ilk üç halifenin hilafeti hak değildir. Hazreti Ali’nin hakkını elinden almışlardır. Ancak ilk üç halife mümindir. Onlarda peygamberin ashaplarıdır. Sövmezlerde sevmezlerde.
Delilleri “Ben kimin efendisi isem Alide onun efendisidir” Hadisi Şerifi (Hazreti Enes, Zeyd bin Erkan, Cerir Habeşi ve Ammardan Ahmed Bin Hanbel Müsned C.4.Sh.281 Ayrıca Sa'd b.Ubeyde'den, O da İbn-i Bureyde'den, O da babasından; ayrıca İbn-i Abbas'tan, Müsned 5,350,358,361; Tırmizi 5,633, ayrıca İslam İslam Tarihi M.Asım Köksal C 8, s 195) ve Ehli Beytin üstün olduğuna dair Sure-i Ahzap'daki Ehli Beyti yücelten 33. ayettir.
(Çok Önemli Bir Not :“ Ehli Beyti bizzat Allah, nefis kirinden arındırmıştır”
İşte bu Azhap Suresinde geçen Ehli Beyt ile ilgili ayet, EHLİ BEYTİ MUHAMMED'İN yüceliğinin ispatıdır. Ehlibeyt, bu suretle bütün insanlardan üstün kılınmıştır. Ashablar da dahil, evliyalar da dahil bütün Müslümanların beş vakit namazlarının içinde ve dışında okumaya mecbur tutuldukları "Allahumme Salli, Allahumme Barik Selavatları " da bunun delilidir. Peygamber'e ve Ehli Beytine selavat okumayanın namazı bile namaz olmamaktadır. Arapça'da "Al-i " sözcüğü Ehlibeyt sözcüğünün kısaltılmışıdır. Araplar, Ehlibeyt sözcüğünü kısaltarak, "Al-i Muhammed" derler. Şu kadar var ki; "Al-i Muhammed(Ehlibeyt)" Nebi (Peygamber) değillerdir. Fark bu kadardır. Onlar, Allah'a en yakın olan Yüce Velilerdir(Evliya).
Çünkü Peygamberleri arındırdığı gibi, Hazreti Muhammedin(s.a.v) Ehlibeytini de, bizzat Allahu Taala arındırmıştır. "İnnema yürudillahi li yüzhibe ankümürricse EHLELBEYTİ ve yütehhireküm tethira"(Azhap 33)
Bu Ayet-i Kerime, Ehlibeyti bizzat Allahu Taala'nın arındırdığının kesin delili ve şahididir.
Allahu Taala'nın bizzat arındırdıkları Peygamberlerdir. Bir de Hazreti Muhammed'in(S.a.v) Ehl-i Beytidir. Sure-i Azhap taki ehlibeyt ile ilgili 33.ayet bunun delili ve şahididir. Diğer insanları nefis kirinden, Allah'ın Peygamberleri ve Velileri ( Allah'a vasıl olmuş İnsan-ı Kamiller) arındırmıştır.
Şu mübarek ayet bunun delilidir: "--Kendi içinizden, size Âyetlerimi okuyan, Sizi tezkiye eden (nefis kirinden, fücurdan tezkiye eden-arındıran), Size Kitap ve Hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir elçi (Resul, İnsan-ı Kâmil) gönderdik. (Bakara: 151) )
Bu nedenle İran'da ve Caferilerde bir tane Ebubekir, Ömer, Osman isimli kimseye rastlanmaz.
Zeydi Şiilerin durumu farklı. Onlara göre Peygamber, İmameti- hilafeti Hazreti Ali ve evlatlarına bırakmıştır. Bu kıyamete kadar böyledir. Onlar da, imameti-hilafeti, Oniki imamcı Caferiler gibi sınırlamak yoktur. Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman’ın hilafetleri ise maslahat icabı caizdir.
Hazreti Zeynel Abidinin büyük oğlu İmam Zeyd Hazretlerine göre, “Hazreti Ali Efdel yani en faziletli olandır. Diğer ilk üç halife ise, fazıldır. Yani onlar da, faziletli zatlardır.” Peygamberin yakın ashabıdır. Hazreti Zeyde sordular: “Efdel, en faziletli varken faziletli olanların hilafetleri caizmi dir? Hazreti İmam Zeyd buyurdu ”Maslahat icabı caiz olur.” Zeydiler çocuklarının ismini Ebubekir, Ömer Osman koyarlar. İran şiasına benzemezler.
İsmaili Şiiler ise, on iki imamın altısını hak bilirler. Caferi Sadıktan sonra, İmamet-hilafet Hz.Sadıktan önce ölen küçük oğlu İsmail’e geçti deyip, kendilerini İsmailiye diye adlandırırlar. Musa Kazım Hazretlerinin imametini kabul etmezler. Peki Hazreti İsmailden sonra imamet kime geçti sorusuna “Ondan sonra imamet gizlendi. İmamı mektum-gizli imam” derler ve batın imamı gizli tutarlar ve dini yüzde yüz batıni görüşle yorumlarlar. Halbuki dinin, batıni yorumu olduğu gibi, zahiri yorumu da vardır. İsamililere Batınilerde denir.
İran Şiası Caferiler ise, 12 imamı imam bilip, ilk 3 halifeyi imam-halife bilmezler. Dini ise tamamen zahir bilip-zahiren yorumlarlar. Bir nevi Zahiriyecidirler. Örneğin İran Caferi Mezhebine göre, sadece şeriat vardır. Tarikat-şeyh-tekke yoktur. Abbasilerde ve Osmanlılarda olduğu gibi, ruhani arınma olan seyri sülüke şeyh pir-mürşidi Kamil mürid, derviş salik ilişkilerine, tasavvuftaki insanı kamilin kutsi ruhuna rabıtaya inanmazlar. Onlar da tasavvuf bir olgu değil bir düşüncedir. Yani onlara göre tasavvuf bir kültürdür. Edebiyattır, İslami değildir. Tıpkı bizim ekseri medrese ulemamız gibi, vahhabiler gibi. Seyri sülüke, rabıtaya inanmazlar. Tasavvufu da dinin görüşü saymazlar. Dini zahiren yorumlarlar. Bir nevi vahiyci değil mantıkçıdırlar. Aristo'nun kıyasla istidlaline (delillendirme) inanırlar.
İran’da tekke yoktur. Olmamıştır. Vardır, oradaki Sünni mezhepler arasındadır. Ayetullahlar kabul etmezler. Çünkü Caferilik sadece şeriatçılıktır. Onlara göre din-İslam şeriattan ibarettir. Bu mezheplerle ilgili verdiğim malumatları, Muhammed Ebu Zehranın Mezhepler Tarihi isimli Diyanet İşl. Bşk.Yayınlarından olan kitabındada tafsilatlı olarak görebilirsiniz. Ayrıca, Eş’ariliğin yayıcısı Taftazani’nin kitabında da bu imamet bahsini genişçe bulabilirsiniz. (Yukarıda Zikredilen Kelam meseleleri isimli kitap) . Bizim “Mezhepler ve Yükseliş” isimli kitabımız ve diğer kitaplarımızda ve www.varliktanveriler.com isimli internet sitemizde “Peygamberden Sonra Din Yorumları” yazımızı okuyabilirsiniz.
Kardeşlerim, size yukarıda mezheplerle ilgili bilgileri kaynaklarına dayanarak sunduktan sonra gel gelelim TÜRKİYEDEKİ ALEVİLİĞE.
Bu gün Türkiye’deki Alevilik nedir. Bu mezheplerin hangisinden kaynaklanmaktadır. Menşei, asıl kaynağı hangisidir. Bilindiği gibi yukarıda da açıkladığım gibi, Türklerin ve Türkmenlerin bir kısmı dini Abbasi Din yorumları (Dört Müctehid, Ebu Hanife–Numan bin Sabitten, Muhammed Şafiden, Malikten ve Ahmed bin Hanbel’den) Abbasi Aş’ari Maturidi ve Tasavvuf bilginlerinden almışlar ki, bunlara ehli sünnet yani Sünniler denir. Bir kısmı da İran Caferilerinden ve Türk hükümdarları Herzemşahların kabul ettikleri Caferi ulemasından almışlardır. Yani Türkler ve Türkmenlerin tamamı Sünni yada Şii değildir. Örneğin Azeri Şiiler Kerkük Türkmen(Irak) Şiileri gibi. Bu yazdıklarıma kimse itiraz edemez. Bunlar tarihi ve elan yaşayan gerçeklerdir.
Şimdi açıklıyorum: Türkiye’deki Aleviliğin ilmi mezhebinin aslı İsna Aşeriyedir.(On iki imamcılık) bu ise, ne Zeydi Şiilerde vardır, ne de İsmaili Şiilerde. Zaten Caferilik 12 imamcılıktır.(Muhammed Ebu Zehra’nın Mezhepler Tarihine bakınız.Diy.İşl.Bşk.Yayınl)
Ama Türkiye’deki Aleviler de on iki imamcıdırlar. On iki imamcılıktan gelir. Hiçbir alevi kardeşimiz, on iki imamın ve Caferi Sadık Aleyhisselamın başına yemin edip hayır kardeşlerim “Ben asla Caferi değilim ben asla On iki imamcı değilim” diyemez. Varsa buyursun. On tane Bektaşi dedesi çıksın “ Ehli Beytin başına yemin etsin.” Desinki; “Biz Caferi değiliz” .O zaman ben yanılıyorum demektir. Yemin ederlerse bu sözlerimden vazgeçiyorum.
Asılları On iki imamcılıktır. Caferiliktir. Hatta Mustafa Timisinin On iki, imama atfen kurduğu, zannedersem “Birlik(Ehli Beyt) partisinin” başkanı o zaman Anayasa Mahkemesine başvurup, Caferi mezhebinin kabulunu istemiş, Anayasa mahkemesi ise mealen ” Türkiyede tarihten gelen ne ise odur, yeniden mezhep kurulamaz” diye karar vermiştir. İslam’da mezhep yoktur. İctihad vardır. Müctehid vardır. Kardeşlerim isteyen istediği ictihadı kabul eder veya etmez, serbesttir.
İslamda ictihat vardır. Öyleyse devam eder. Üçle-dörtle-beşle sınırlanamaz. İçtihat olmazsa bağnazlık başlar. Din de millet de geriler. Geri kalışımızın bir nedeni de budur. Meşhur Şeyhül İslam fetvaları. Şöyle ki, “İÇTİHAT KAPISI KAPALIDIR”. İşte buyurun bu günkü halü pür melalimiz; ve çırpınışlarımızı görünüz. Zaten görünüyor.
İçtihat, fetva şimdilerde görüş bildirme olmuştur. Fetva ve görüş bildirme İÇTİHAD değildir. İÇTİHAT HER BİR MESELEDE yeniden kitap ve sünnete (özüne) ters düşmeden hükümler vermektir. İçtihadı 2-3-5 kişi bir araya gelip yapamaz. Müctehid tek kişidir ve bağımsızdır, gerçek müttaki ve Müslümanların saygı duyduğu (ilmine takvasına) alim ve fakih kişidir.
Türkiye’deki Alevilerin aslı on iki imamcılık yani Caferilik iken neden sonra Bektaşi tarikatına girdiler? Ve “NEDEN BİZ ALEVİYİZ” dediler?
Nedeni derindir ve siyasidir. Şöyle ki;
Selçukluların son zamanlarında Baba İshak’ın önderliğinde, Türkmen Şii başkaldırısını bazılarınca isyanını kim başlattı. Bu hareketin ardında hiç kimse İran Şii devletinin parmağı yok diyemez. Baba İshak Hacı Bektaşın’da arkadaşı ve hocası veya Şeyhi idi. Ancak sonra Hacı Bektaş, İshak Baba’yı terk etti. Selçuklu beylerinin takibatından kurtulmak için eskiden küçücük bir köy olan şehirlerden uzak, ıssız bir köye çekildi. (halen Hacıbektaş ilçesi) ve orada tasavvuf sohbetleri yaptı, tıpkı Yunus Emre gibi. Yani eylemci değildi. Eylemden uzak kendini Tanrıya adamış bir sufi idi. (Bakınız. Kırşehirli Mutasavvıf Şair Aşık Paşa tezkireleri) Sonra onun adına Bektaşi tarikatı kurumlaştırıldı. Pir-şeyh Hacıbektaşi Veli denildi. Tarikatın piri kabul edildi.
Aslında Bektaşilik bir Osmanlı tarikatıdır. 2.Murat dahil bir çok padişahlar da Bektaşi tarikatına mensuptur. Yani Bektaşilik tarikattır. Tasavvufculuktur, kitapları meydandadır. (Velayetname ve Menakib) Selçuklular zamanında, Baba İshak taraftarları kılıçtan geçirilmiş sürekli takibat altına alınmışlardır. Bektaşiler, Osmanlılar zamanında ise genellikle rahat yaşamışlar ve Bektaşi tarikatına yanaşmışlardır. Ancak Sultan Selim, Abbasilerden o sahte hilafeti alıp kendini Halife-i Resulullah ilan edince Şah İsmail'e de kızgınlığından, mezhebi tek kılmak istemiş Hoca-i Sultan namındaki Tacitevarihin(Kültür Bakanlığı Yayınlarından) yazarı Hoca Nasruddinin verdiği bir fetva ile Osmanlı topraklarında Hanefilikten başka mezhepleri yasaklamış bunun üzerine çıkan olaylarda on binlerce Türkmen Şii Caferiler kırılmıştır. Kuyucu Murad’a niçin “kuyucu” dendiğini bilmeyen Tarihçi yoktur. Sonra şafilik serbest bırakılmış ama resmi mezhep Abbasilerden beri hep Hanefi mezhebidir(Osmanlıda böyledir) Şah İsmail de İran'da Sünni halkı kırmıştır. Selim de İsmail de Türk kökenlidir. İki si de Türktür. Savaşlarının gayesi cihangirlikdir. Sünnilik ve Şiilik her ikisi tarafından kullanılmıştır.
İşte bu olaylardan sonra Türkmen Caferiler, şehirleri terk etmiş dağlara çekilmişlerdir. Şii Caferi olan Dadaloğlu’nun: “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir “ dizeleri meşhurdur. Dağlara çekilince ne olmuştur? Bektaşi Babagan sınıfından uzaklaşılmış Bektaşi Dedegan sistemi kurulmuştur. Yüzyıllarca o dağlarda mektep medreseden (Caferi medreselerinden ve öğretisinden) mahrum olmuşlardır . Artık dağlarda ne Caferi camileri ne de Caferi medreseleri vardır. Yüzyıllarca ve halende bir çoğu dağ köylerindedirler, yeni yeni kentleşmektedirler. Cem evleri gereksinimleri de bu kentleşmeden doğmuştur. Çünkü eskiden hep Bektaşi dedelerinin denetiminde köy evlerinde cem ayini yaparlardı. İşte bu şekilde kendi ana kaynakları olan ve ilmi bir içtihad olan Caferi öğretisini de unutmuşlardır.
Bu gün hangi alevi kardeşimize Ehli Beyte yemin ettirerek sorsan “ Ben Caferiyim“ der, der ama ilmi bir içtihat olan Caferiliğin itikat ilkelerini sorsan bilmez. Bu durumda Alevilerin, İran Azeri caferiliği ile bir alakası kalmamıştır. Alevilerin bugün Caferlikleri, sadece Caferi Sadık'a ruhen bağlılıkları ve sevgileridir.On iki imamcıların da, Oniki İmam Efendilerimize, ruhen bağlılıkları ve sevgileridir. Tıpkı Tasavvufi Alevilerin, ruhen bağlılıkları, sevgileri ve sonsuz saygıları gibi. Bu konuda oniki imamcı bektaşi alevilerle tasavvufi Cüneydi (Bağdadi) aleviler beraberdirler, hem fikirdirler. En kuvvetli ortak yanlarıdır.
Peki dağdaki on iki imamcı kardeşlerimiz ne duruma düşmüştür? Kendi atalarının mezhebi olan Caferi kültüründen mahrum olunca ehli sünnet mezheplerinin dışındaki bütün fikirlere açık olmuşlar ve onlardan esinlenmişlerdir. Örneğin, bugünkü Alevi kardeşlerimiz şeriatı inkar etmezler. Pir sultanın da şeriatı kabul eden, bir Caferi alim ve şair olduğunu bilirler. 4 kapı 40 makamı hakikat bilirler. “Şeriat, tarikat marifet ve hakikat haktır” derler. Ancak şeriatı Caferiler ve Hanefiler gibi zahiren değil de batinen yorumlarlar. Tasavvufcular da dini zahir, batın kabul edip batini yorum da getirirler. Alevi kardeşlerimiz işte bu tasavvufi batın yorumu ile bir yerde İsmaili Şii mezhebinin batıni yorumu arasında bir batıni görüşü kabul ederler ” Alevilik İslamidir. En büyük Müslüman ve Muhammedi, Şahı Velayet Hazreti Ali Veliyullahtır” derler. Bunu materyalizme kaymamış bütün aleviler kabul ederler. Niçin Bektaşiliğin dedegan sistemini kabul ettiklerini yeterince anlattım.
Zira Hacı Bektaşi Veli Hazretlerinin ve Yunus Hazretlerinin asla İran Caferi mezhebinden olmadıkları sabittir. Yukarıda değindim, o bir Osmanlı tarikatı olan Bektaşiliğe sığınmadır. Peki nediye kendilerini ayrıca alevi diye nitelediler. Bunun iki açıklaması vardır. Birisi tasavvufi birisi de zaruri. Önce zaruri olanı açıklıyorum.
Sultan Selim, Şah İsmail’e kızıp mezhepleri teke indirip Hanefilikden başkasını (Caferliği- Şiiliği) yasaklayınca “Caferiyim, Şiiyim demek” Osmanlı devletince suç sayılıp yasak olunca, çok zeki olan Alevi kardeşlerimiz “Biz Aleviyiz biz Kızılbaşız” dediler, dayaktan kurtuldular. Çünkü bizzat Sultan Selim’de “Ben Aleviyim” derdi. Haydari bıyık bırakırdı. Hatta bugün dahi siyasilerimizin bir kısmı ve Sünni bilginlerinin bir kısmı “ Bizde aleviyiz. Biz de Hz.Ali’ye bağlıyız. Onu çok severiz. “Hepimiz aleviyiz” derler. Hatta Saidi Nursi Efendi de “Ben Keremeti Aleviye'ye Mazharım” demiştir. Fethullah Gülen Hoca da defatla icap edince “Ben de Aleviyim” demekten çekinmemiştir.
Çünkü Alevilik Hazreti Ali’nin yolundan gitmek ve Ehli Beyti sevmektir. Hazreti Ali ise, ilmin kapısı Hazreti Muhammed’in Pak Ehli Beytinin serdarı ve onun yolu son peygamberin yolu idi. Kızılbaşlık ise, Uhud harbinde Sufyanilerin başlarına mor sarık, İslam askerlerinin (Muhammedilerin) başlarına kırmızı sarık sarmalarından kalma bir terim idi. Süfyaniler, Mekke müşrikleri Müslümanlara Kızılbaşlar derlerdi. Altuğda, kızıl tuğ-kızıl başlı anlamına dır. Osmanlı padişahları Alevi ve Kızılbaş kelimesine kızmazlardı. Yani Türkmen Caferi Şiilerin zekice buldukları bir kelime idi. Sultan Selim’den sonra kabul edilmeyen Alevilik değildi, Şiilik, Caferilikti. Çünkü bu iki kelime İran Şiasını çağrıştırıyordu. Yani yasaklama dini değil siyasi idi.
Sonra mı? Sonra kardeşlerim 2. Mahmut Bektaşiliği de yasakladı. Abdulaziz zamanında yasak kaldırıldı. Bektaşi tekkeleri, cem evleri yeniden serbest bırakıldı. Bu defada Abdülhamit, ittihatçılar Bektaşiliği öne çıkarıp Bektaşi bıyıkları bırakınca (onlar zaten en muhalifleri idi 2. Abdulhamidin) Abdülhamit tarafından da kapatıldı ve Bektaşi tekkelerine, Nakşibendi şeyhleri atandı. Bektaşilerde özgürlük vaat ettikleri için ittihatçıları desteklemişlerdir. Meşrutiyetin ilanından sonra tekrar bu Bektaşi Tekkeleri açıldı. “Bunlar alevi değil, böyle Alevilik olmaz” deyip Bab-ı meşihat’a bağlı mollalarca Alevilik de karalandı. Akla fikre sığmaz karalamalar yapıldı. Bizzat Sultan Selim’in kabul ettiği “ALEVİ” kelimesi üzerinde de bir alerji yaratılmış oldu.
İşte alevi kardeşlerimizin tarihteki serüvenleri ve trajedileri budur. Meşrutiyet ve Cumhuriyetin ilanına kadar bir türlü rahat yaşamamışlardır. 1908 den-1923 ten beri özgürdürler, üzerlerinde hiçbir devlet baskısı yoktur, rahattırlar.
Birde tasavvufta (tarikatta) Alevilik vardır. Buda şundan kaynaklanmaktadır. Hazreti Peygamberizişan Efendimiz tasavvuf (maneviyat-Marifet- ruhaniyat ilmini ezkar ve efkarını fikriyatını-düşüncesini EhliBeytinden Hazreti Ali Keremellahu Vechehu Efendimize ve Ashabından da Hazreti Ebubekir(R.A) Efendimize öğretmiştir Bu iki büyük zat Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’nın iki büyük manevi kapusu(Maneviyata geçiş kapusu) kabul edilmiştir. Hazreti Ali’den Hasan Hüseyin Efendilerimiz ve Hasan Basri Efendilerimiz bu marifet ilim yolunu(Tarikini) öğrenmişler ve onlar kanalı ile de Marufu Kerhi, Sırri Sakati ve Cüneydi Bağdadi tasavvuf mektepleri açılmıştır. Mevlana Celaleddini Rumi, Yunus Emre, Hacı Bayramı Veli, Sümbülü Sinan, Merkez Efendi, Aziz Mahmudu Hudai, Şeyh Cemali Halveti, Niyazi Mısri, Mahmut Cerrahi (Anadolu Tasavvufcuları) ayrıca Seyyid Abdulkadir Geylani, Seyyid Ahmedi Rufai, Seyyid Ahmet Bedevi, Seyyid İbrahim Dussuki, Muhiddini Arabi, Seyyid Muuniddin Çeşdi, Necmeddini Kübreverdi, Şehabeddini Sühreverdi, Hasanı Şazili bu zatların hepsi Cüneydi Bağdadi Tasavvuf ekolüne mensupturlar. Tasavvufta “Cüneydilere” ALEVİLER denir Bunlardan gelen bütün tasavvuf kollarına ise eski tasavvufcular Alevilik ve Mensuplarına da Aleviler demişlerdir. Klasik adı şudur:(Turuk-u Aleviye) Alevi yollar.
Hazreti Ebubekirden de Salmani Farisi ve Ebubekirin torunu, Kasım bini Muhammed bu Maneviyat ilim ve yolunu öğrenmişler, onlardan da Caferi Sadık’a ve Beyazidi Bestami’ye ila Yusufu Hamedani’ye ve Abdulhaliki Gücdüvani’ye geçmiştir.. Ahmet Yesevi de Yusufu Hemedani Tasavvuf ekolüne mensuptur. Eğer Hacı Bektaşi Veli Hazretleri, Baba İshak Tasavvuf ekolüne bağlı değil de Ahmet Yesevi ekolüne bağlı ise (Ki Evliya Tezkireleri, Evliya Menakipleri Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi Tasavvuf ekolüne bağlı olduğunu vurgulamaktadırlar.) bu takdirde Hacı Bektaşi Velide, Hazreti Ebubekir’den gelen tasavvuf ekolüne mensuptur, demektir. Bunlara da eski tasavvufcularca Bekriler denmiştir. Diğer bütün kollar Abdul Haliki Gücdüvani ve Yusufu Hemedani isimli Tasavvufculara dayanır. Yusufu Hemedani ekolüne bağlı bütün tasavvuf pirleri “Bekri”dir. Yani Hazreti Ebubekir’e bağlıdır. Muhammed Nakşibendi de Yusufu Hemedani tasavvuf ekolüne mensuptur. Bu yolların klasik adı ise “Turukı- Bekriye” Bekri yollar.
Buradaki Alevilik ve Bekrilik, tasavvufi bir tasnif ve tesmiye (adlandırmadır). Tasavvuf tarihi ve Evliya Tezkireleri menakipleri bunun şahididir. Türkiyedeki Bektaşi Alevilikle Hazreti Ali, oniki imama bağlılık ve sevginin dışında bir ilgisi yoktur. Türkiye’deki Aleviliği ve neden kendilerini alevi diye adlandırdıklarını yeterince yukarıda açıkladım. Bu gün Caferi kültürüne yabancılaşan Bektaşi alevi kardeşlerimizin elinde tek gerçek şu kalmıştır. Aleviler, Muhammed Ali Aba’ya (Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin Ehli Beyt-i pak efendilerimize)(*) canı dilden bağlıdırlar. Bir kısmını bilirim ki, Aşıktırlar. Ve o yüce seyyid ve şehid ve Veliyullah Peygamber Efendimizin gözünün nuru Şehidi Kerbela Fettahi Din( Dinin kurtarıcısı) canımız Efendimiz ve kurtarıcımız hürriyet şehidi Hz.İmam Hüseyin Efendimizin de yasını tutarlar. Zaten ellerinde bundan başka da bir şey kalmamıştır. Ali Abaya bağlılık ve İmam Hüseyin’in yasını tutmak ise onların kurtulması için, “Allah ve Resulü” katında makbuliyetlerine yeter de artar da.
Kardeşlerim ben bunları Hanefi kökenli az çok okumuş, Sarf Nahv Arap Gramerini de epeyce bilen aynı zamanda tasavvufcu alevi olarak bütün içtenliğimle açıkladım. Ebu Hanife Caferi Sadık’ın a.s. mürüdü ve talebesidir. Bunu bütün hocalarda dedeler de bilir.Çünkü bendeniz, Cüneydi Bağdadi Tasavvuf ekolüne bağlı bir aleviyim. Tasavvufta Cüneydilik, Tasavvufi ALEVİLİKTİR.
Ayrıca dünyanın hiçbir yerinde Türkiye'deki Alevilik yoktur. ALEVİ kardeşlerimiz sadece ve sadece Muhammed Ali Aba –Ehli Beytin deli divane olmuş aşıkları-muhipleri ve Hz. Hüseyin EFENDİMİZ için yas tutup ağlayan ve sızlayanlarıdır. Sekizinci Ehli Beyt İmamı İmam-ı Ali Rıza Efendimize göre de onlar (Ehlibeytin yolunda gidenler ve Ehlibeyti sevenler) Ehli Beytin yetimleridir. Ehli Beyte emanettir. Onları inciten Ehli Beyti incitmiş olur. Bir de sazları vardır. Ancak hiçbir alevi, sazı eğlence için çalmaz, hep ezgilerdir. Demeler, nefesler ve ilahilerdir, semahtır. "Semah ibadettir". Sazsız semah olmaz. Tıpkı Mevlevilerin dönüp sema yaptığı gibi. Saz eşliğinde semah zikir, dua "ayin-i cem" dir. Peki cemevleri olmazsa, nasıl ayin-i cem (ibadet) yapacaklar? Bu gerçek nedenlerle en az 8-10 milyon olan Bektaşi Alevi kardeşlerimizin, en vazgeçilmez hakkı olan Cemevlerininn ibadethane olarak resmi kabulü gerekmektedir. Bizim tesbitimiz, vicdani kanaatımız budur.
Bu yazdıklarım ile ilgili Kur’an hadis ve dini kaynak kitapları da belgeleri ile yukarıda sizlere belirttim. Ve hepinizin alevi-sünni kardeşlerimin gözlerinden öpüyor dualarınızı bekliyorum. Özde hepimiz Müslümanız, Muhammedi’yiz. Ancak en büyük Muhammedi ilmin kapısı ki; her güzellik ilimle olur, Hazreti Şahı Ekber Aliyyel Murteza Veliyullah Efendimizdir. Allah hepimizi en büyük Muhammedi Pirimiz, Şahımız Hazreti Ali’ye, evlatlarına, Ehli Beyte bağışlayıp affı mağfiret buyura. Bize birlik beraberlik ihsan buyurup ikilikten koruya. İslam’da gaye biri iki etmek değildir. İkiyi bir etmektir.
“HEP BİR ALLAH BİR”
Dip Not-1-Anadolu’da Sünnilerle Aleviler arasında Sünnilik ve Alevilikten dolayı hiçbir zaman kavga ve savaş olmamıştır. Tarihte ne olmuş ise hep siyasiler tarafından yapılmıştır.
Dip not 2- 1978 yılında Adıyaman’da yazmış olduğum birkaç dize ile belirlemiş olduğum manevi kimliğimi sizlere sunuyorum.
MANEVİ İNTİSABIMIZ
Allah’a çok şükür Kur’an ehliyiz. İlk sözümüz üzreyiz Müslümanız. Olmadık, münafık Süfyanilerden. Ali, Ebubekir,Ömer,Osman ile. Zahir Batın Muhammedi’lerdeniz.
Muaviye, Mervan şer’an iki fesattır. Biz ezelden gerçek Alevileriz. Lanet olsun Şimr ile yezide. Daima bağrı yanık HÜSEYNİLERİZ. Biziz Şiayı Al-i Muhammed
Ebu Hanife gibi Caferileriz. Ebubekr’i, Nebi’nin dostu biliriz. Amma ki biz Şahi Velayet Bendesiyiz. Dış alemde yoktur bizim şeyhimiz. Doğrudan Zat-ı RÜFAİ’YE Bağlıyız.
28.7.1978/ADIYAMAN
İkrarımız ise, aşağıdaki Mevlevi piri Şeyh Galip'in (Hüsnü Aşkın Yazarı Mutasavvıf Şair) ikrarıdır: "İkrarımıza ser veririz ahte kaviyiz. Biz şahi velayet kuluyuz, hem ALEVİYİZ" (Şeyh GALİP) (Bakınız, ŞEYH GALİP Hayatı, Sanatı, Şiirleri isimli kitap Hazırlayan Prof. Abdulbaki GÖLPINARLI Varlık Yayınları, Sayı 162, Mart 1953) Ayrıca dünya görüşüm de şudur: Hanefi kökenli bir aileden doğmuş, Adıyaman Türkçe şivesi ile konuşan bir Türküm. Adıyaman’ın Merkez Musalla Mahallesinde 1936 yılında doğmuşum. Ayda 650 Ytl.alan bir emekli memurum. Ayrıca her zaman emekten ve ezilmişlerden yana tavır koymuş, Kapitalizmin, Emperyalizmin uşaklığını yapan bir sistem olduğunu bilen 50 yıllık bir Tasavvufçu Müslüman sosyalistim(toplumcu). Sosyal demokrasiye inanan gariban bir kardeşinizim. İşte açıktan ve içtenlikle sizlere açıklıyorum. Hepinizi insanları, insanlığı Adem’i ve çocuklarını seviyorum.
"Yokluğumla aşikârım.
Ehli Beyte aidim.
Secdemin şeklindeki ismi MUHAMMED şahidim."
Dip Not 3- Türkiye’mizde kimse Aleviliği Alevilere, Hanefiliği de,Hanefilere öğretmeye kalkışmasın. Alevi olmayan bir kimse Alevilik hakkında araştırma yapıp açıklama yapabilir. Hanefi(sünni) olmayan bir kimse de Hanefilik (sünnilik) hakkında araştırma yapıp açıklama yapabilir. Ancak hiç kimse başkasına dayatma yolu ile kendi öğretisini öğretmeye kalkışamaz. Araştırma ise her insanın vazgeçilmez hakkıdır. Bunu hiç kimsenin önleme hakkı yoktur,olamaz. Aleviliğide- Şiiliğide Hanefiliği- Sünniliği de yeterince açıkladım zannediyorum. Her ikisi de Özde Muhammedilik, Ehli Beytçilik, Müslümanlıktır. Yorum farkı vardır. Herkesin yorumu kendisine aittir. Dışardan müdahale yanlıştır. Hepimizin Anadolu insanına, Allah’ın bir nimeti olan Cumhuriyete sahip çıkıp; ülkemiz için hayırlı olan Sosyal Demokrasiyi ve özgürlükleri savunmamız icap etmektedir.
“CUMHURİYET VE ÖZGÜRLÜĞÜN OLMADIĞI YERDE SAMİMİ DİNDARLIK OLMAZ” En önemlisi de demokrasi ara sıra gitse de geri gelir. Amma Allah korusun CUMHURİYET giderse bir daha geri gelmez. Ellerimizi dizimize vurup ağlarız, köleleşiriz.
(*) Ehl-i Beytin Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin Hazretleri olduğuna dair, İmam-ı Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde çok önemli bir hadis vardır. İmam-ı Hanbel, Müsned isimli kitabında, Peygamberimizin pâk zevcesi Ümmü Seleme annemizden rivayet edilen bir Hadise önemle yer verilmiştir. Hadis şöyledir:
Ümmü Seleme; “Ben odamda, ibadet ile meşgul idim, gördüm ki, Peygamberin kızı Fatıma geldi. Peygamberin elini öpüp önünde oturdu. Derken kocası Ali geldi, oda yanına oturdu. Derken oğulları Hasan ve Hüseyin geldiler. Onlar da Peygamberin huzurunda oturdular. Peygambere Yemen’den gönderilmiş, deve yününden örme kırmızı ve büyük bir aba vardı. Bu abayı onların üstüne örttü. Bu sırada, Cebrail geldi ve Ahzab Suresindeki :
“İnnema yüridüllahü li yüzhibe ankümürricse ehlel beyti ve yütehhireküm tethira – Ey Peygamberin Ehl-i Beyti, Tanrı sizden kiri giderip, tastamam tahir ve mutahhar –tertemiz, pâk olmanızı irade etti – diledi” (Ahzab, 33)
Âyetini Peygamber’e okudu. Bunun üzerine, Peygamber Aleyhisselam, ellerini kaldırdı ve aba altındakiler önünde olduğu halde, “Ya Rabbi, işte benim Ehl-i Beytim bunlardır. Sen onları tastamam tahir – tertemiz, Pâk eyle” diye dua etti. Bu duayı iki kere yaptı.
Bu olayı gören ben; “Ya Resulullah, ben de Onların arasında yok muyum? Dedim, senin de sonun hayırlı, senin de sonun hayırlı, buyurdular” İşte Âl-i Aba diye adlanan, başta Peygamber olmak üzere, bu dört büyük kişi, Peygamberin Ehl-i Beyti’dir.
KAZIM YARDIMCI/ADIYAMAN/TÜRKİYE
12 ŞUBAT 2007
Not: Bu yazı “ADIYAMAN’DA BUGÜN” isimli yerel gazetede yazı dizisi olarak 20.02.2007 ve 23.02.2007 tarihleri arasında yayınlanmıştır.