Said-i Nursi Hakkında Gerçek Görüş

Muhammed Said-i Nursi, İslâmcılığının yanında ayrıca;

1. Meşrutiyetçi ve Cumhuriyetçidir.

2. Hürriyetçi- özgürlükçüdür.

3. Musavatçı (eşitlikçi), yani “toplumcu ekonomi”den yanadır. “Devlet Felsefesi”

adlı kitabında, Müslümanların bu hale gelmesinin sebebinin “kendi çıkarını düşünen Müslüman zenginler”olduğunu söyler.

4. Şeriatçılığının yanında Tasavvufcudur da. Ruhani, yani dünyevi ve seküler olmayan, bir yaşam biçimi vardır. Vefat ettiği zaman cebinden 6 Lira çıkmıştır. Maddi hiçbir şeyi yoktur. O bir sufidir, uhrevi –maneviyatçı-dır. Said-i Nursi Efendi maddeci, materyalist Felsefe ile mücadelede aynen felsefecilerin ve Kelam ilmi bilginlerinin kullandığı mantığın kuralı olan “kıyasla aklen istidlal (delillendirme)” kuralını kullanmıştır. Yani, akılcıların metodlarıyla cevap verme yolunu seçmiştir. Bir gerçeği, bir kavramı tanımlamada, örnekleme, benzetme, tanık gösterme ve benzeri gibi tümdengelim, tümevarım kurallarını kullanmıştır.

Said-i Nursi; “Bu materyalist felsefecilerle mücadele bu şekilde olur” demiştir. Yani, onların kullandığı silahların aynısı ile mukabele etmiştir. Bu doğrudur da. Kendisi bir dava adamı olduğu için -kendi deyimiyle- şakirtlerini, talebelerini kendi metoduna doğru yönlendirmiştir. Yani onları motive etmiştir. Bu nedenlerle de, kendi görüşüne ve kendine bağlanmaları için ve de talebelerinin moralini yüksek tutmak için, “tekke şeyhlerinin bu felsefecilerle baş edemeyeceğini, materyalistlerle ilmi mücadelenin şart olduğunu” sürekli vurgulamış, onları kendine ve akılcı metoda bağlamak istemiştir. Bazı yerlerde, tamamen talebelerini kendi görüşünde tutmak için, iddialı sözler söylemiştir.

Örneğin; “Cafer-i Sadık, Abdülkadir-i Geylani, İmam-ı Rabbani gibi zatlar benim zamanımda olsalardı, onlar da benim metodumu seçerlerdi”

demiştir. Bu sözü çok iddialı olup, çok yüksekten dem vurmaktır, çünkü; Cafer-i Sadık, Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Ahmed Yesevi, Beyazid-i Bestami aynı zamanda büyük felsefeci olan İmam-ı Gazali, Seyyid Ahmed Bedevi, Seyyid İbrahim-i Dusuki, Halid Ziyaeddin, Hasan el Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Maruf-u Kerhi, Sırrı Sakati, Şahabeddin Suhreverdi, Necmeddin-i Kübra, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Celaleddin-i Rumi, Kuşadalı İbrahim Efendi ve Yunus Emre gibi zamanın hem zahiri, felsefi yani nazari- akli bilgilerini, hem de çok yüksek bilimleri hakkıyla bilen, “Ledünni İlme” mazhar olmuş Alim ve Arifleri kapsayamaz.

Bu zatlar, Peygamberimizin “Benim Ümmetimin bilginleri Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir.” buyurduğu çok yüksek Alim ve Arif Velilerdir. Zaten bu zatların zamanında da materyalist Felsefeciler var idi. O zamanlar, bu materyalist bilginlere “Dehriler” denirdi. Bu sözünü ettiğim büyük zatlar, bu Dehri materyalist felsefe ile -aynı felsefenin metodu- ilmi, akli savaş verirlerdi. Onlar bunu yapamaz değillerdi ki.

Said-i Nursi Efendi “Eskiden küfür; inkar ve cehaletten gelirdi, şimdi ise, bilim, ilim yoluyla geliyor bu yüzden, ilmi savaş vermek gerekir” demiştir.

Sözünü ettiğimiz zatların zamanında ilmen, felsefe ilmi yoluyla, küfrü, materyalizmi savunan bilginler İslam Aleminde var idi. Yani materyalizm, yeni çıkmış bir şey değildir, bu mana ve madde çelişkisi Adem Peygamberden beri vardır ve kıyamete kadar da devam edecektir. Onun için, Said-i Nursi’nin bu görüşüne katılamıyoruz.

Bu, onun kendi davasına, amacına kavuşması için, kendini bu zatlardan üstün göstermek, talebelerini kendisine ve görüşüne bağlamak için tasarrufudur. Yine söylüyoruz, bu bir motivasyondur, yani bir taktiktir.

Şimdi bir gerçeği açıklıyoruz: Şöyle ki, büyük Tasavvuf Erenleri, ki bunların hepsi Allah’ın Velileridir ve aralarında dereceler vardır, bu Tasavvufcu Veliler, Fenafillah, Bekabillah- Allah’da yok olup, tekrar Allah ile var olmak makamına erince, bunlardan bir kısmına Ledünni İlim ve irfan öğretilir. Bunlara “Arifler” diyoruz. Çoğunlukla bir kısmı ise “mücerred Veli” dir. Yani, her Veli “Arif” değildir, kendini bilmiş, Rabbını bilmiştir, ancak detaylı ilim, irfan verilmemiştir. İşte bu Velilerin adı, iç alemde “ümmilerdir”. Ümmi Velilerdir. Bu Velilerin bir kısmı, meşihatla görevlendirilir. Bunların vazifesi: Hakka talip olanlara, önceden kendisinin de yaptığı gibi “seyri süluk” yaptırmaktır (Tanrı yolunda Ruhani yükselme ve heva ve hevesten ve nefisten tezkiye –paklanma- ). İşte Tasavvuf Tarihinde bunlara “Tekke Şeyhleri” denilmiştir. Yoksa Arif olan Velilerin tümü, Hakkı savunmada ve gerçekleri öğretmede kendilerindeki Kutsi Ruh gücünü de kullanmışlar, akli gücü de kullanmışlardır. Hakkı açıklama ve savunmada her yoldan yararlanmışlardır.

Onun için diyoruz ki, Said-i Nursi Efendinin söylediği ancak bu tekke pirlerini kapsar. Kendisinin de sözünü ettiği altıncı Ehl-i Beyt İmamı Cafer-i Sadık, Abdülkadir Geylani, (bütün Tasavvufcuların piridir), İmam Rabbani, Muhammed Nakşibendi, Muhiddin-i Arabi gibi zatları kapsayamaz. Seyid Ahmed er Rufai gibi zatlar hem tekke pirleri, hem de Ledünni İlme ermiş, bütün manevi, akli ilimleri ve delilleri bilen, çok yüksek Arif ve Alimlerdir. Bu zatlar hakkında, öyle ulu orta iddialar çok yanlış ve tehlikelidir. Yukarıda da dediğimiz gibi bu talebeleri yanında tutma ve davasına hizmet ettirmesi için Said-i Nursi Efendinin yaptığı bir tasarruftur. Motivasyondur.

5. Çağın teknolojisine ait bilimlerin derhal üretilmesinden yanadır.

6. Şiddetli Saltanat ve Emevi aleyhtarıdır.

Aşırı bir Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhibidir. Hz. Ali’yi “Şah-i Velayet” bilir.

Saltanat aleyhtarı olduğu için “Abdülhamit” ile ve Emevi aleyhtarı olduğu için de “Şeyhülislam” ile arası açıktır. Bu nedenlerle 1906- 1908 Meşrutiyetin ilanına kadar deli raporu alınarak (II.Abdülhamit ve Şeyhülislam Antlaşması ile) Bakırköy Akıl Hastahanesine konulmuştur. Meşrutiyetin İlanı günü, Talât Paşa tarafından Akıl Hastahanesinden (yani tımarhaneden) çıkarılmıştır.

Said-i Nursi Efendi, bir Şafii Ulemasından olduğu halde, o kadar Ehli Beyt taraftarıdır ki aynen “Ben Keremet-i Aleviyeye mahzarım” demektedir. Yani, ben “Hz. Ali’nin kerametine” demiyor, “Keremet’i Aleviyeye” ibaresini kullanıyor. Bu demektir ki; Yani, ben Ehli Sünnet Alimlerindenim, ancak, aynı zamanda Aleviyim de. Said-i Nursi Efendi Hz. Ali’nin Şiasıdır. Gadir Hum mevkiinde Peygamber Efendimizin söylediği hadisi “Hakikat Nurları” isimli kitabının ikinci sayfasına almıştır. Buna, Peygamberimizin “Veda Hutbesi” de denir.

Ehl-i Sünnet Ulemasının çoğu bu Hadis-i Şerifi “Ben gidiyorum, size iki şeyi emanet ediyorum: Biri Allah’ın Kitabı Kur’an, ikincisi Sünnetimdir.” diye almışlar, ancak Said-i, Nursi Efendi, “Hakikat Nurları” isimli kitabında hadisin doğrusunu almıştır.

Doğrusu şudur: “ Ben gidiyorum size iki şey emanet ediyorum; Allah’ın Kitabı Kur’an ve Ehli Beytimi bırakıyorum.” Ayrıca Buhari’nin Sahihinde “Sünnetimi de size emanet ediyorum” hadisi vardır. Bu suretle; Aleyhisselat Efendimiz bize üç şeyi emanet etmiş oluyor: Kuran-ı Kerimi, pak Ehl-i Beytini ve Sünnet-i Seniyesini.

Said-i Nursi Efendi, hadisi bu şekilde kitabına almıştır. Ehli Beyt: Resullullah, Fatıma Anne, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hazret-i Hüseyin’dir.

Bu Hadisler, Ahmed bin Hambeli’nin “Müsned”inde ve Müslim’in “Sahih” inde mevcuddur.

Ona göre, Emevi Meliklerinin gerçek amacı, “Din-i Muhammedi” ye yi ortadan kaldırmak idi. Ancak Muaviye bin Ebu Süfyan, Şah-i Velayet Hz. Ali gibi bir Alim, bir müttaki ve çok güçlü kılıç sahibi “Zülfikar”, Hz. Ali gibi bir büyük güçle -ilim, takva ve kılıç- karşılaşınca bunu başaramadı. Diğer Emevi Melikleri, buna yeltendiyseler de onlar da başaramadılar. Ve Din-i Muhammedi, ezan ve şan-ı Muhammedi, Allah’a çok şükür, aralıksız devam etmektedir.

Hz. Ali, Ezan-ı Muhammedi’nin daimi okunmasını ebedileştirmiştir. Zaten Hasan el Eş’ari’nin ve Muhammed Şafi’nin de görüşleri: Muaviye bin Ebu Süfyan, Amr İbn ül As’ın taği olduklarıdır. (Taği, tuğyan ehli- isyan ehli) İmam-ı Ali’ye (Hak İmama, Hak Dine) tuğyan edenler, isyan edenlerdir. (Kaynakça: Ebu Zehra’nın “Mezhepler Tarihi”, Taftazani’nin, “Kelam İlminin belli başlı Meseleleri”, Şehristani’nin “El Milel” adlı kitaplarında yazılıdır.)

Ehli Beyt konusunda Said-i Nursi Efendi doğruları söylemektedir, Allah Razı Olsun!

7. İttihat ve Terakki Cemiyetinin bir üyesidir. Teşkilat-ı Mahsusa’ nın bünyesindedir ve İstihbarat bölümündedir. (Nazlı Ilıcak’ın Tercümanında, Talât Paşa Hatıratı’ndan alınmıştır.)

8.Milli Mücadele Hareketini desteklemiş, Birinci Büyük Millet Meclisinin açılış duasını yapmıştır. Bu olay fotoğraflarla sabittir. Mustafa Kemal Paşa’nın yanındadır.

9. İslâmi harekette, Seyyid Cemaleddin - i Efgani’ nin tesirleri görülmektedir. Seyyid Hazretlerinin“kemiyetçilik- nicelikçilik” metodunu - yöntemini benimsemiştir. Bu suretle Mehmet Akif’in seçtiği; Mısırlı ÂlimMuhammed Abduh

’un Metodu olan “keyfiyetçilik- nitelikçilik” metoduna ters düşmüştür.

Kemiyetçi- nicelikçi yöntem şudur: Bir ülkenin egemen güçlerini (İttihat ve Terakki Paşalarını-Talât, Enver ve Cemal Paşalar gibi) etkilemek ve onlar ile tepeden Devleti ele geçirmek, yani “devrim yapmak”.

Keyfiyetçi- nitelikçi metod ise: Halkı eğitmek yoluyla nitelikli, takva toplumu oluşturmak. Alttan, yukarıya yükselmek, yani “evrimciliktir.” . İşte bu evrimci Metod, Sadrazam Halim Paşa’nın, Mısırlı Muhammed Abduh’un ve Mehmet Akif’in metodudur. 1918 Sevr Antlaşmasından sonra, bu iki tarafta, yani Said-i Nursi ve onun gibi düşünenlerle, Mehmet Akif ve onun gibi düşünenler, hep birlikte Milli Mücadele Hareketine katılmışlardır. Mustafa Kemal’ e büyük destek vermişlerdir. 1923’de Cumhuriyetin ilanına her ikisinin de katkıları olmuştur (Akif ve Nursi’nin). 1924’e geldiğinde Anayasadan “Devletin dini İslamdır” ibaresi (maddesi) çıkarılınca, Mustafa Kemal Paşa ile yolları ayrılmış, Mehmet Akif’le Said-i Nursi yurtdışına sürülen 150’ likler listesine dahil edilmemiş, ancak Mehmet Akif ya isteği ile, ya da mecburen Mısır’a gitmiştir. (Gidiş nedeni hâlâ açıklığa kavuşmamıştır. 1936 yılına kadar Akif, 12 yıl Mısır’da kalmıştır. Said-i Nursi ise kendi yöresi, memleketi olan Van’da ikamete mecbur edilmiştir. Bunun nedeni, onun İttihat ve Terakkiye ve Milli Mücadeleye olan hizmetidir. Yani taltifen kendi memleketi ve yöresinde ikamete mecbur edilmiştir. (İstanbul’dan nefiy –sürgün- edilmiştir.

Muhammed Said-i Nursi’ nin 1924’den- 1945’e kadar siyasete veda edip, kendini ilmi çalışmaya verdiğini görüyoruz. Ancak, 1945’de çok partili sisteme geçildiğinde, Demokrat Parti hareketini desteklemek suretiyle tekrar siyasete döndüğünü görüyoruz. O zaman bir mektup yazarak, Celal Bayar’ın yanında olduğunu belirtmiş ve İsmet Paşa’ya karşı olan hareketi desteklemiştir. İşte bunun üzerine İsmet Paşa: “Said-i Kürdi yine başını kaldırdı, onu şark vilayetlerinden uzaklaştırın!” demek suretiyle Elmalı’ya sürgün etmişlerdir. Nursi, Elmalı, Isparta ve dolaylarında ölünceye kadar sürgün hayatı yaşamış ve o arada mahkemelere girmiş, çıkmış ve 1960’ da Urfa’da vefat etmiştir.

Muhammed Said-i Nursi Efendi; hayatı fırtınalarla geçmiş, ateşli bir İslâm Bilginidir. Artılarıyla, eksileriyle beraber, kesin inançlı, iyi niyetli ve vatanperver bir Müslüman’dı. Ancak, vefatından sonra, onu temsile kalkanların hiçbirinde, ne onun imanı, ne onun takvası, ne onun manevi-sufi yaşam biçimi, ne onun iyi niyeti, ne onun ateşli ilmi savaşçılığı, ne de cesareti ve fedakârlığı vardır. Onu rahmetle ve şükranla anıyorum.

Said’i Nursi Efendi aynı zamanda “vatanperverdir” diyorum. Çünkü o karşıtlarına karşı, hiçbir zaman yabancılarla (yabancı unsurlarla) işbirliği yapmamıştır. Kendi gerçek bildiği yolda, tek başına da olsa, gitmesini bilmiştir. İşte bu yönüyle O millidir (ulusalcıdır).

Halbuki, onu temsil ettiğini söyleyen birileri, gayri milli odaklarla, dirsek teması yapmış ve yapmaktadırlar. Onların mabedlerine kadar gitmişlerdir. Bazı ateistlerle, materyalistlerle, masonlarla ve Hıristiyanlarla dostluk kurmaktan çekinmemişlerdir. Metod-yöntem olarak da, Said-i Nursi’nin kemiyetçi-nicelikçi metodunu tersden uygulamak istemişlerdir. Şöyle ki: Said-i Nursi’nin metodu: egemen güçleri- zirvedekileri - kendi amacı için kullanmaktır. Bunlarınki ise halkı değil de, gene egemen güçleri hiyerarşik yönden, bürokrasiyi ele geçirdikten sonra, aşağıdan, yukarıya sızarak , tepedeki egemen güçleri ele geçirme kurnazlığıdır. Ama bu kurnazlıklar, ters tepmiştir. Zirvedeki memleketçiler uyanıktırlar, aptal değillerdir.

Kemiyetçilik- nicelikçi yöntem, halkı eğitmek değildir. Alttan ve üstten zirvedekileri ele geçirmektir. Ondan sonra da devleti ele geçirmektir. Şimdi; Said-i Nursi Efendiyi temsile kalkanlar, onun vatanperverliğinin tersine, amaca varmak için, her araçtan yaralanmak istemektedirler. Kendilerince; dinsizlerden, gayri Müslimlerden, yurtdışı –yabancı- odaklardan, yararlanmak ve onlarla işbirliği yapmaktan çekinmemektedirler, yani Makyavelistdirler. Onlar: “amaca varmak için her aracı kullanmak mübahtır” derler. İsterse yabancı anasır olsun. Bu ise tamamen, gayri milli -ulusalcı olmayan- bir hareketdir. Millet ve memleket için tehlikeli bir yoldur, yanlış bir metot (yöntem)dur. Memlekete de, İslâm’a da Müslümanlara da faydası olmayan, zararlı bir harekettir.

Bu yazdıklarım tartışılabilir, ama bizim naçizane görüşümüz budur. Çünkü, biz memleketçiyiz, Akifçi sayılırız. Şeriat-Fıkıh, sistem ve cihattan önce de kendi nefsi ile cihat etme yolunu vurgulayan Aşk, Sevgi, Hikmet ve Marifet’i vurguluyoruz. Tasavvufi yolu benimsemişiz. Mevlana’nın, Yunus’un ve tüm Tasavvufçuların görüşü olan: “Kendi nefsinden kurtulamayan, kimseyi kurtaramaz” görüşünü benimsemişiz. Bunu ise, en güzel şekilde, Ziya Paşa şu dizeleriyle ifade etmiştir:

Onlar ki, laf ile verir Âleme nizamat,

Bin türlü teseyyüp (ayıp) bulunur hanelerinde..”

Not:M.Âkif Ersoy ve Said-i Nursi Hakkında ek bilgidir.

  1. M.Âkif Ersoy yaşamında ve şiirlerinde ne 2.Abdulhamiti desteklemiş nede İttihati Terakki'yi desteklemiştir. O, bağımsız düşünür ve büyük bir şairdir.(O bağımsız ve tarafsızdır.) İttihati Terraki ve Paşalarına (Talat Enver ve Cemal Paşa gibi) onlara da şiddetle karşıdır.

Abdulhamit için; Abdulhamit aleyhtarlığını ve saltanat aleyhtarlığını şu beyti ile açıklamıştır:

"Gölgesinden bile korkup, bağıran bir ödlek,

Otuzüç yıl bizi kandırdı şeriat diyerek" (Safahat M.Akif Ersoy)

  1. Said-i Nursi Efendi ise, gene şiddetli saltanat ve Abdulhamit aleyhtarıdır. BU yüzden yukarıda zikredildiği gibi, Abdulhamit ve Şeyhül İslam ikilisi kendisini deli diye Bakırköy Akıl Hastanesine attırmışlardır. Ancak, ateşli bir meşrutiyetçi olduğundan; İttihat-ı Terakki ve Paşalarını hararetle desteklemiştir. İttihat ve Terakki'nin üyesidir ve bünyesindedir.(Nazlı Ilıcak Tercüman Gazetesi-Talat Paşa Hatıratından alınmıştır. Kaynağımız Nazlı Ilıcak'ın Tercüman Gazetesidir.Yani bu gazete Nazlı Ilıcak'ların eski Tercüman isimli gazetesi de olabilir.)

1908 Meşrutiyetin ilanı günü, Tâlat Paşa, kendisi Bakırköy Akıl Hastanesinden çıkarmış ve Said-i Nursi, Taksim Hürriyet Meydanında ittihat ve Terakki Paşaları ile beraber toplanan kalabalığa aynen şöyle demiştir:

"İstibdadı yıktık, hürriyeti diktik(Özgürlüğü)

Kahrolsun istibdad, Yaşasın Meşrutiyet-i Meşrua"

bu söz kesin olarak Said-i Nursi Efendiye aittir.

“Varlık’ tan Verilerle” tüm İnsanlara ve Milletimize selam ediyoruz.

Kâzım YARDIMCI (Adıyaman'lı)

20 Ekim 2004

Paylaş: