Tanrı Yolcusunun kalbi zengin olmalıdır.
Zenginlik varlıklı, vâridatlı olmak demektir. Gerçekte varlık, "Nur" dur. Nur olmayan,"var" değildir. Mevhum, "gölge varlık"tır .Gölge geçici, ışık daimidir. Nur, Hak'tır. Üstündür. Onu hiç kimse çiğneyemez. Örneği: Işık çiğnenemez. Onu çiğnemek, ayaklamak isteyenin ayağının, ışığın altında kaldığı görülür. Denemesi kolaydır: Kişi, ayağını kaldırsın. Güneş veya elektrik ışığını ayaklayacağım desin. Üstüne bastığında; izleyeceği görüntü: "Işığın altta kalmadığı''dır. Işık, ayağın üstünde kalıyor. Ayak, ışığın altına giriyor!
İşte "Hak", yani "gerçek"de böyledir. Onu ne kadar tepelemek isteyen olsa da, tepeleyemeyecektir! Sonuçta "Hak", üstünlüğünü gösterecektir. Yeter ki insan birazcık da olsa; bilimden nasibini almış olsun! Bunun böyle olduğunu kabul eder. Bizim, cahillere zaten söyleyecek sözümüz yoktur.
Gerçek varlık, varidat Nur (ışık) olduğuna göre; İnsanın kalbi ve fikri de Tanrı'nın bilim, teklik, hikmet ve aşk Nurları ile dolu bir "hazine" olmalı... Kalbi zenginolmalıdır.
Kalbi zengin olan , çok üstün bir "kişiliğe" kavuşur. Maddi, yani "gölge" varlık, O'nu hiç etkilemez. Onun yokluğunda, çok sebatlıdır (kararlıdır). Maddi varlık, O'nun için hiçbir şey değildir.
Maddi varlık, "Toplum için" gereklidir. Çünkü İslâm, çok kuvvetli bir devleti zorunlu görür. Devlet, dış düşmanlara karşı ve sosyal dengeyi sağlayabilmesi için çok zengin olmalıdır. Çünkü sosyal dengesizlik, toplumsal patlamalara sebep olur. Sosyal patlama, fitne fesat (anarşi) getirir...
Anarşi, devleti yıkar. Devlet yıkıldığında İslâm, "evrenselliğini" kaybeder. Hak zayıflar. Bâtıl güçlenir...
İslâm Haktır, Hakkı teslim etmektir. Gerçeği kabullenmektir. Gerçeğin olmadığı, ya da zayıf olduğu yerde "bâtıl (eğrilik, doğru olmayan)" kavramlar var demektir.
İşte bu nedenle İslâm'a göre devlet, kutsal gerçekleri koruma görevini üstlenmiştir. Öyleyse, İslâm 'a göre devlet; çok güçlü olmalıdır. Karşısında kendinden üstün bir güç veya güçler görmek istemez.
Bu nedenle de "müdahaleci"dir. İslâm, kurallarını hiç kimseden korkmadan, hiç kimsenin hatırını saymadan işletebilmesi için; kendinden büyük veya müdahele edebilecek herhangi bir egemen gücü kabul etmez. öyle bir güçlü devlet de; kendi çıkarını düşünmeyen, maddeyi ya da maddi dünya hayatının zevklerini put edinmeyen, gerçek insanların "fedakarlıkları" ile olabilir.
Gerçek Müslüman’ın kalbi zengindir. Kalbi, Tanrı'sının nazarına mazhar olduğundan (ilgisini çektiğinden) neşelidir. Tanrı'nın zikri ve zikrinin Nuru, kalbinde "binlerce gülşen' yaratır.
O'nun zevki; Kalbî zevktir, yani yürekten mutluluktur, kalbi, Mânevi zenginliğin refah ve mutluluğu ile her an güler. Suratı asık değil, yüzü nurlu, açık, berraktır. Gözleri ışık ışıktır. Parlaktır. Sözleri ciddi ve doğrudur...
O'nun maddi çalışması kendisi için değil; Hak'lı bir ortamın, Tanrı'sının kendisine emânet ettiği Kur'an ile kutsal değerlerin korunması ve yaşaması içindir. Bütün varını-yoğunu, emeğini bu uğurda harcar. Çalışır, devlete ve topluma verir.
Devletin kuvvetli, toplumun dengeli olmasını ister. Çünkü O bilir ki; devlet güçlü, toplum ekonomik bir denge içinde olmazsa, fesat (anarşi) olur. Anarşi, devleti zayıf düşürür. Yıkabilirde.., Devlet zayıflarsa, İslâm da zayıflar. Devlet yok olursa, (mâzallah) İslâm yok olur. Düşman saldırısı sonucu camiler, kilise veya pavyon edilir. Bütün İslâmi bilimleri imha ile İslâm kültürünü ortadan kaldırır. Hülâgu'nun, Bağdad'da yaptıkları gibi...(1) ,
Ama bir "inancımız" var: Zayıf da kalsa; "Muhammed (a.s.v.) Dini", "kıyamete kadar" baki kalacaktır!...
Biz sahiplik etmezsek, Tanrı'nın başka kulları O'nu yaşatır. Çünkü Tanrı’nın kulları"yalnız biz" değiliz!.. Zaten Tanrı,
-"Siz de Onlar giibi sapıktınız. Ben size "hidayet" ettim." (Âl-i İmran-164) Buyurmaktadır.
(1)-Moğol-ilhanlı Devletinin kurucusu. Hülâgu (1217-1265), tarihin kaydettiği en büyük kan dökücü hükümdarlardan biridir. Abbasi imparatorluğuna son verip başkent Bağdad'ı aldığında; Dicle nehri insan kanı ve kitapların küllerinden dolayı, kırmızı-siyah renkte akıyordu-. (Tarih kitaplarından)
KAZIM YARDIMCI-ADIYAMAN-
NOT:Bu yazı 21 Ocak 2008 tarihinde "Adıyaman'da Olay"
gazetesinde yayınlanmıştır.
Paylaş: